Pinperest

2 Aralık 2019 Pazartesi

Şehir Üniversitesi'nde yaşananlar bal gibi de siyasidir


Bir gerçeği teslim ederek yazıya başlamak istiyorum. Şehir Üniversitesi ve Halkbank arasındaki mesele tamamen siyasidir.

Önce Şehir Üniversitesi’nde ne yaşandığını hatırlayalım

Şehir Üniversitesi 2008 yılındaki kanun ile resmen kuruldu. Üniversite eğitim hayatına başlamak için 2 yıl bekledi. Akademisyenlerle toplantılar yaparak üniversite modelini geliştirdi. Meşhur Tekel arazisinin ilk tahsisi 9 Şubat 2009 yılında gerçekleşti. 2008 yılında Özelleştirme İdaresi uhdesinden alınıp Maliye Bakanlığı’na devredilen arazi yıllığı 1 milyon 600 bin liradan 49 yıllığına üniversiteye devredildi.

Arazi zaten Tekel’in özelleştirilmesi döneminde eylemlerin göbeğinde olduğu için bu tahsis mahkemelik oldu. Mahkeme tahsisi iptal edince bu kez 2015 yılında Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın da imzasının olduğu bir belge ile bedelsiz tahsis edildi.

Davayı açanlara neden ses yok?  

Burada Şehir Üniversitesi yönetiminin ve destekçilerinin ısrarla gerçekleştirdiği bir gözden kaçırmadan bahsetmek lazım. Şehir Üniversitesi’nin Dragos’taki Tekel Arazisini kullanmaması için dava açanlar Mimarlar Odası. İki gerekçeleri var. Birincisi bölge Arkeolojik araştırma bölgesi. İkinci de o arazinin halka açık bir park olmasını istiyorlar. CHP’li Kartal Belediyesi de uzunca bir dönem Mimarlar Odası’na destek veriyor. Bir kez daha mahkemeye başvuran Mimarlar Odası’na olumlu cevap veren mahkeme 2018 yılında arazi tahsisi iptal ediyor. Bunun üzerine Şehir Üniversitesi ve Özelleştirme İdaresi, dosyayı temyize götürüyor.

Her şeyin suçlusu Murat Ülker 

Ömer Dinçer, Üniversitenin malî olarak dengesinin bozulmasını Murat Ülker’in üniversite mütevelli heyet başkanlığından ayrıldığı ve maddi desteğini çektiği 2016 yılına bağlıyor. Açıklamasına göre o tarihte Altunizade’de 25 milyon kira ödeyen üniversite Dragos’taki arazisine kampüs kurma kararı alıyor ve Halkbankası’ndan 300 milyonun üzerinde bir kredi çekiyor. Tam rakamı söylemiyor. Söylediği 300 milyonun üzerinde. Ödedikleri düştükten sonra kalan rakamsa şu:  412.652.827,66 lira nakit 52.780,00 lira gayri nakit kredi. (Şehir Üniversitesi’nin açıklamasından)


Arazi meselesi

Şehir Üniversitesi kaynakları ilk açıklamayı yaptıkları tarihten bu yana arazilerinin kredilerini ve yeni talep edecekleri krediyi karşılamaya hayli hayli yettiğini açıkladı. Üniversiteye göre dava konusu sadece bir parsel ve bunun için limitlerinin dondurulmasına gerek yok. Karar gazetesindeki haberden olduğu gibi alıyorum. “Üniversite, Dragos’taki 8 taşınmazın toplam değerinin 1 milyar 761 milyon 902 bin 250 TL olduğunu, davaya konu 1 parsel arazi hariç değerin ise 516 milyon 616 bin 36 lira olduğunu belirterek bu tutarların banka alacağının çok üzerinde olduğunu kaydediyor.” 

Aslında okuyunca oldukça etkili bir cümle değil mi? 1 milyar 761 milyon 902 bin liralık bir arazi ve taşınmazlardan bahsediyoruz. Gerçi davaya söz konusu parsel değeri düştükten sonra 516 milyona düşüyor ama mesele değil. 1 milyar 246 milyon 286 bin 214 liralık bir farkın çok önemi yok. 516 milyonluk bir arazi karşılığı zaten 464 milyonluk bir kredi borcu ödendikten sonra ekstra kredi olarak kredi almak mümkün mü? Üstelik o kredide gecikmeler söz konusuyken?  Piyasayı az çok bilen, bankalarla çalışan ticaret erbapları bu soruya sadece gülerek cevap verir.

Geriye Tuzla’da mülkiyeti Şehir Üniversitesi’nde olan arazi kalıyor ki üniversiteye göre o arazinin değeri 42 milyon civarında. Şehir Üniversitesini yöneten irade bu araziyi satıp iki yılını kurtarabilir banka ile hiç sorun yaşamazdı, bunu neden yapmadı anlamak zor.
Tam burada şunu belirtmek de gerekiyor. Siz elinizdeki arazinin 50 milyar dolar bile ettiğini iddia edebilirsiniz. Sizin arazinize biçtiğiniz değer ile banka nezdindeki değer aynı olmak zorunda değil ki bunun örneği yok.

Murat Ülker’den başka bir mütevelli gelmedi mi?

Murat Ülker mevzusuna geri gelmek istiyorum. Şehir Üniversitesi kaynakları okulun finansal anlamda kötü durumda olmasından ilk olarak Murat Ülker’i sorumlu tutuyor. Oysa Murat Ülker yaptığı açıklamada “üniversiteye sınırsız destek vermeyi hiçbir zaman taahhüt etmediğini, 2016 yılında ayrılmadan önce de destek olduğunu ve borçlanma konusuna özen göstermelerini önerdiğini” açıkladı. Ömer Dinçer’in yaptığı “sanırım hükümet ile arasındaki sıkıntıları okulumuza aksettirmemek için ayrıldı” ifadesini de reddetti.

Hemen aklımıza Şehir Üniversitesi’nin iş dünyası ile ilişkisinin Murat Ülker’in ayrılması sonrası bittiğini düşünebiliriz. Bu da yanlış. Şehir Üniversitesi sitesinden bakalım: Kemal Karpat merhumun ölümünden kısa bir süre önce üniversitenin mütevelli heyetine girdiğini haber veren üniversitenin kurumsal sayfası haberini şöyle bitiriyor:

“Başkanlığını Prof. Dr. Ömer Dinçer’in yürüttüğü İstanbul Şehir Üniversitesi Mütevelli Heyet’inde Nobel Ödüllü bilim insanı Prof. Dr. Aziz Sancar’ın yanı sıra iş dünyasının önde gelen isimlerinden Kale Grubu Başkanı ve CEO’su Zeynep Bodur Okyay, LC Waikiki CEO’su Vahap Küçük ve BİM CFO’su Haluk Dortluoğlu da bulunuyor.”

Diğer mütevellileri neden saymıyorsunuz?

Hem Vahap Küçük hem de Zeynep Bodur Okyay oldukça zengin insanlar. Haluk Dortoğlu’na BİM’in finansal operasyonlarının başında bir ekol olmuş uluslararası başarısı olan bir profesyonel. Hal böyleyken 2016’dan en az 2018’e kadar mütevelli heyetinde yer alan bu isimlerden hiç bahsedilmemesini anlamıyorum. Haluk Dortluoğlu, Türkiye ve Avrupa’da yılın CFO’su seçilmiş başarılı bir profesyonel. Vahap Küçük ve Zeynep Bodur Okyay iş dünyasının başarılı patronları. Bunlar üniversitenin mali durumuna bir fayda sağlamamış mı?

Ömer Dinçer’in müthiş stratejisi

“Ay sonuna çok yakındık maaşlarımızı ödeyecek durumda değildik. Mevzuattan ayrı işlem yapmadık. Hukuka ve ahlaka her halükarda riayet ettik.

Geçen yıl sahip olduğumuz gelirlerimiz giderlerimizi tam olarak karşılamıştır. Ama bir sorunumuz vardı. Halkbank’ın talep ettiği daha doğrusu bizim Halkbank’a karşı olan sorumluluğumuz. Faizi ödeyemedik. Çünkü banka bize ödemesi gereken parayı ödemedi. Biz de elde ettiğimiz kaynaklarımızı personelimize ve cari giderlerimize harcayarak üniversiteyi bugüne getirdik. “ (Ömer Dinçer’in Şehir Üniversitesi’nde gerçekleşen basın toplantısından)

 Ömer Dinçer Hoca “gelirlerimiz giderlerimizi tam olarak karşılaşmıştır” dediğinde ilk olarak Şehir Üniversitesi’nin Halkbank tarafından yeni bir kredi almamasına rağmen borçlarını ödediğini düşündüm. Fakat sonrasında yaptığı Halkbank’a ödeme yapmadık dediğinde hem çok üzüldüm hem de şaşırdım. Zira bu cümle teknik olarak hem Şehir Üniversitesi’nin neredeyse 1 yıl boyunca bankaya ödeme yapmadığını gösteriyordu hem de İşletme alanında oldukça parlak bir kariyere sahip olan Ömer Dinçer Hoca’nın giderin tanımını bilmediğini gösteriyordu. Zira bir işletme için gider, “Dönem hasılatının (gelirinin) elde edilmesi amacıyla faaliyetlerini devam ettirebilmek için yaptığı, kullanılmış veya tüketilmiş harcamalardır.” Üniversite inşaatı için kredi aldığınızda bu kredinin ödemesi de buna dâhildir.
Ömer Dinçer hocanın anlattığıyla Şehir Üniversitesi geçen sene Halkbank’tan yeni kredi almadığı için tam 10 ay boyunca Halkbank’a mevcut kredi borçlarını ödememiş, gelirlerini sanki borçları yokmuş gibi harcamışlar.

Medyascope’a çıkan Ömer Dinçer bu kez bankada bloke konan paralarının 35 milyon lira olduğunu, bu paranın bu öğretim dönemi için yapılacak ücret, eğitim harcamaları, işletme giderleri için olduğunu söylüyor. Aynı zamanda bu sene 20 milyona yakın bir kredi ödemesi yapabileceklerini önümüzdeki sene 30-35 milyona yakın bir kredi geri ödemesi yapabileceklerini açıklıyor.

Neden şimdi haberimiz oldu?

Hem Şehir Üniversitesi cephesinden hem de Halkbank cephesinden gelen açıklamalarda kesin olan bir şey var. Üniversite geçtiğimiz yıldan itibaren Halkbank’a ödemesi gereken kredileri ödemekte sıkıntı yaşıyor. Ömer Dinçer’in açıklamalarında bu sürenin geçtiğimiz yıldan başladığı anlaşılsa da Halkbank’ın yaptığı açıklamada 90 günlük bir gecikme olduğu ortaya çıkıyor. Bu kredinin gecikmeden sorunlu olacak kısmına evrildiği 3 taksitin ödenememesi sonrası olduysa minimum 6 aylık bir süreye tekabül eder ki 6 ay önce bu sorun kamuoyuna yansısa ve üniversite kendisine bir finansman desteği bulabildi. En azından bir yılı kurtarabilecek 15-20 milyon bandında bir para tedarik edilirdi. Fakat geçtiğimiz yıldan bu yana hemen herkesin konuştuğu “duydunuz mu Şehir batıyormuş” dedikodusu dışında kamuoyuna yansıyan bir sıkıntı olmadı. Hâlbuki şimdi gösterilen tepkiye bakılırsa 6 gibi bir sürede düzenlenecek kampanya ve ek finansman arayışlarıyla üniversite bu sorunu hayli hayli aşardı.

Ömer Dinçer ise yaptığı açıklamada üniversite öğrencilerine peşin ödeme indirimi ve faizsiz borç bulunarak bu zamana kadar geldiklerini açıklıyorlar. Kredi de ödenmediğine göre Şehir Üniversitesi’nin zaten kredi borcu olmasa bile ekside olduğu ortaya çıkıyor.

Üniversite ya bilerek ya da beceriksiz bir yönetim anlayışıyla son ana kadar bekliyor.  Ömer Dinçer’in Medyascope’daki programında “üniversiteye ek finansman arayışına girecek misiniz?” sorusuna (oysa o soru “neden 2016 yılından hadi 2016 yılını geçtim geçen seneden bu yana girmediniz?” şeklinde olmalıydı) “Dereye su gelinceye kadar kurbağanın gözü patlar” şeklinde veciz bir cevap veriyor.

YÖK Raporu’ndan bazı rakamlar

Şehir Üniversitesi Rektörü, Mütevelli Heyet Başkanı ile yaptığı basın toplantısında YÖK Raporu’na sık sık atıf yaparak ne kadar iyi bir üniversite olduklarını açıklıyor. Bununla yetinmeyip KPSS sonuçlarını da ekliyor. Şehir Sosyal bilimler alanında iyi bir üniversite. Bunun aksini iddia edecek kadar akademi dünyasına hakim bir insan değilim.

Benim YÖK raporunda takıldığım birkaç veri var. Bunlardan biri 2018/2019 öğretim döneminde Yatay Geçiş ile üniversiteden ayrılan öğrenci sayısında. Ön Lisans ve Lisans toplamı 5.248 öğrencinin olduğu 2018/2019 sezonunda 662 öğrenci başka üniversiteye gidiyor. Şehir burada vakıf üniversiteleri arasında 3. Sırada. 1. Antalya Bilim Üniversitesi olurken 2. Esenyurt Üniversitesi.
Yatay Geçiş ile gelen öğrenci sayısı 137 ve burada 27. Sıraya düşüyor üniversite.

YÖK Raporunda Toplam Araştırma Proje Bütçelerine Göre Vakıf Yüksek Öğretim Kurumları (Grafik 14) raporunda birinci 358 milyon lira ile Bilkent olurken Şehir Üniversitesi 5 milyon 068 bin lira ile 31. Sırada. Üniversite kendi öz kaynakları ile araştırma yapan özel üniversiteler sırasında 20. Sıraya yükseliyor.

Sizin reklam için para ödemeye ihtiyacınız mı vardı?

YÖK raporunda en dikkatimi çeken veri ise Reklam Tanıtım Harcamalarına Göre Vakıf Yükseköğretim Kurumları (TABLO 22) listesi.

Şehir Üniversitesi 2018/2019 öğretim döneminde 4 milyon 192 bin 911 lira 31 kuruşunu tanıtıma harcamış.

Keşke üniversiteyi yöneten stratejik akıl reklama harcayacağı parayı kredi borçlarını ödemeye harcasaydı. Zaten medyada üniversitenin reklamını yapmaya hazır onlarca isim varken boşuna para harcamalarına gerek kalmazdı.

Üniversitenin yaşadığı sorunların kaynağı siyasidir

Evet, Şehir Üniversitesi’nin yaşadığı sorun siyasidir. Siyasidir zira görünen Ahmet Davutoğlu’nun kuracağı yeni siyasi parti için Şehir Üniversitesi feda edildi. Fakat burada feda eden Şehir Üniversitesi yönetimi ve arkasındaki siyasi iradeydi. 

Her ne kadar Şehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Ömer Dinçer Beyefendi, Şehir Üniversitesi ile Ahmet Davutoğlu’nun hiçbir bağının kalmadığı, üniversiteye siyaset sokmadıklarını iddia etse de bunun da gerçek olmadığını biliyoruz. 

2016 sonrası en azılı muhalife dönüşen bazı akademisyenleri, Erdoğan’ı destekleyen öğrencilerin o hocalarından işittikleri herkesin malumu.

AK Parti’ye oy veren muhafazakâr camiada rahatsızlık yaratacak bir mağduriyete ihtiyaçları vardı. “Ahmet Davutoğlu’na yakın diye üniversiteyi batırdılar” iyi satabilecek bir mağduriyetti ve Şehir Üniversitesi meselesinde iyi sattı.

Şehir Üniversitesi’nin devam etmesi için 3 yol aklıma geliyor.

1-Üniversiteyi borçlarıyla birlikte satın alacak bir sermaye grubunun ortaya çıkması. (Şu noktada imkânsıza yakın)

2-Halkbank’ın Üniversite yönetimine dâhil olarak mali kontrolü alması. (Çokça konuşulan spor kulüplerini kurtarmadaki gibi)

3- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın devreye girmesi. (Bunu da Şehir Üniversitesi kabul etmiyor)

#ŞehirHepimizin ekibine not

Üniversitenizin kapanma tehlikesiyle karşı karşıya olmasına sesinizi çıkarmanız normal. Bir çıkış yolu arıyorsanız işe sizi kandıran üniversite yönetimiyle başlayın. Yaptığınız açıklamada Halkbank’ın sizinle görüşmediğini açıklıyorsunuz. Üniversitenizden vekâlet almadan üniversite adına Banka ile görüşme yapamazsınız. Geçtim üniversitenizi, ebeveyninizin kredi kartı ekstresinin detaylarını bile öğrenmek için vekâletinizin olması gerekiyor.

Eğer gerçekten üniversitenizin devam etmesini istiyorsanız, üniversite yönetiminden şu soruların cevabını isteyin.
1-Kurulduğu andan itibaren üniversitenin gelir ve giderlerini yıl yıl gösteren raporun hazırlanması.
2-Kredi konusunda yaşanan sıkıntıların neden sizden saklandığı.
3-Üniversitenin bankada parası ya da Tuzla'da nakde çevirebileceği arazisi varken neden borcunu ödemek için beklediği. 
4-Halkbank ile sorunlar başladığında başka bir bankadan kaynak arama çalışmasına gidilip gidilmediği. Gidildiyse ne cevap alındığı, gidilmediyse neden gidilmediği.
5- Üniversitenin açıklamalarındaki tutarsızlıklarının nedeni.








24 Eylül 2019 Salı

Trump ve Hamaney'in el sıkışması sürpriz olmaz





Suudi Arabistan’ın milli petrol şirketi Aramco’nun en büyük tesislerine 14 Eylül tarihinde gerçekleşen saldırı, Irak’ın Kuveyt’i işgali ve sonrasında Saddam Hüseyin emriyle petrol kuyularının ateşe verilmesi sonrası dünyanın gördüğü en büyük petrol kriziydi. Petrol fiyatları da bu duruma 1991 yılından sonraki en büyük artışla tepkisini gösterdi. Normal şartlarda ABD, en yağlı müşterisinin kaz gelecek en büyük tesisine yapılan saldırıyı anında cezalandırma yoluna giderdi, gitmedi.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’ı görevden alması oldukça konuşuldu. Benimse dikkatimi bu görevden alma sonrası Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun “Trump, İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile şartsız görüşmeye hazır olduğu” açıklaması oldu. Aslında birbirinin devamı olan bu iki olay Pompeo’nun Trump’ı Kraliçe Ester’e benzettiğini hatırlayanlar için daha da ironik olacak. Aramco saldırısı sonrası Trump bunu inkâr etse de ABD’nin İran rejimi ile görüşmeyi istediği bir sır değil. Bolton’a dönecek olursak onun İran’ı rejimlerini devirmekle tehdit ettiğini de akılda tutalım.
Fransa’da G7 zirvesi devam ederken İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’i taşıyan uçağın zirvenin yapıldığı  Biarritz’e iniş yapması ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile görüşmesini de tekrar hatırlamakta fayda var.

Dünya kamuoyu ABD’nin İran’a yapacağı askerî harekâtın kapsamını tartışırken gerçekleşen bu ziyaret İsrail’in –şimdilik- tepkisini çekerken İran’ın dış politikadaki kıvraklığını bilenler için şaşırtıcı olmadı.

Yapılan ziyaret ABD’in İran’ın Hürmüz Boğazındaki tehditlerine karşı uluslararası bir koalisyon gücü kurduğu, İsrail’in İran’ın ileri karakolları gibi çalışan Hizbullah ve Haşdi Şabi’ye yönelik askeri harekâtlar gerçekleştirdiği bir zamanda geldi. G-7 Zirvesinden iki ay önce ABD’nin İran’a gerçekleştireceği askeri harekâttan son anda vazgeçtiğini bizzat Donald Trump açıklamıştı. Gerekçesi ABD’nin bu konudaki “hassasiyetini” bilenler için son derece ikna ediciydi: “Sivillerin ölecek olması.”

Aslında uzunca bir süredir ABD Başkanı Trump’ın İran ile el sıkışacağını hatta bunun için İran’a dahi gidip Hamaney ile görüşeceğini iddia ediyorum.

İran’ın 1979 Caferi devriminden sonra ABD’yi “Büyük Şeytan” olarak tanımladığını, bölgedeki bütün söylemlerini ABD ve onun müttefiki İsrail karşıtlığı üzerine tanımladığını elbette biliyorum. Dahası ABD’nin İran’ı terörü destekleyen ülke olarak gördüğünü, yıllardır yaptırım uyguladığını da biliyorum. İsrail’deki seçim öncesi Hizbullah ve İsrail arasındaki geleneksel seçim öncesi cilveleşmelerin de farkındayım.

İsrail’in Irak ve Suriye’de İran’ın ileri karakollarını vurduğunu da elbette takip ediyorum.
Kâhinlik gibi bir iddiamda olmadığına göre, neden yakın gelecekte bir İran ABD anlaşması bekliyorum?    

İran’ın asıl hedefi İsrail ya da ABD değil

İran’da Ayetullah Uzma Humeyni önderliğinde gerçekleşen 1979 Caferi Devrimi, Şii tarihinin en önemli olaylarından biridir. Bu devrim ile Şiiler sadece bir devlet kurmadılar, aynı zamanda İmam Hadi (Cevad) döneminden bu yana oluşturdukları dini müesselerini geliştirdiler. İmamların yokluğunda Zekât vermeyen, Cuma kılmayan Şii toplulukları bir arada tutmak için geliştirilen Naiblik müessesi zamanla Ayetullahlık, Taklidi Mercilik ve Velayati Fakihliğe evrildi. Humeyni 1960’larda Necef’te sürgündeyken öğrencilerine anlattığı Velâyat-i Mutlak Fakihliği (fakih mertebesinde bir Şii din adamının Mehdi’nin ve Resulullah’ın yetkilerini devir alarak devleti yönetmesi hatta bizzat devletin kendisi olması) Şiiliğin tam merkezine yerleştirdi.

Bu hamle ile önce kendisi dışındaki büyük Ayetullahların etki alanını daralttı daha sonra da yapılan anayasa değişikliği ile “Fakihlik” şartını kaldırarak onları siyasi otoriteye bağımlı hale getirdi. Kendisinden sonra gelen Hamaney’in Ayetullah bile olmadığını söylemek yeterli olur sanki.

Tam bu noktada Velâyat-i Fakihliğin Türkiye’de anlaşıldığı gibi Ruhani/ sembolik bir liderlik olmadığını söylemek lazım. Cumhurbaşkanı adaylarını onaylayan komisyonu atamaktan ordu komutanlığına, yargı erkinin başkanlarını belirlemekten ülkenin ekonomik kurumlarının sahipliğine kadar pek çok şey Velayât-i Fakihin yetkisinde. Bu noktada bizim anlayacağımız şekliyle İran’da devletin başı hatta kendisi bizzat Hamaney iken Ruhani’nin konumu düşük yetkili başbakanlığa tekabül ediyor.

İran’da 1979 yılında onaylanan Anayasa’da sadece Velâyat-i Fakihlik yer almadı. Ordunun görevleri arasında rejimin ihracı da anayasa da yer alıyor.

İran’ın bugün en büyük ihraç kalemi ne petrolü ne de doğalgazı, bizzat Şiiliğin kendisi. Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Nijerya, Türki Cumhuriyetler, Afrika ülkeleri ve elbette Türkiye Şiiliğin ihraç edildiği ülkelerden.

İran bunun için bazen Caferi dernekleri kullanırken bazen de silahlı terör gruplarını kullanıyor. 

İki eski dost 

İran rejimi ile ABD’nin yıldızı tam manasıyla 11 Eylül sonrası barıştı. Öncesinde Irak- İran savaşı, ABD Büyükelçiliğinin işgali, 1983 de Lübnan’daki ABD askerlerine bombalı saldırı gibi pek çok olayda ABD ve İran karşı karşıya geldiler. Fakat 11 Eylül sonrası iki ülke eski İran Cumhurbaşkanları Ahmedinejat ve Rafsancani ile Hamaney’in prenslerinden Ali Ekber Velayeti’nin itiraflarıyla Afganistan ve Irak’ın işgallerinde ortak çalışmıştı.

ABD Irak’ı işgal ederken ülkedeki en büyük Şii otorite olan ve ABD’den yüz milyonlarca dolar aldığı ortaya çıkan Ayetullah Uzma Ali Sistani’nin “Mehdi zuhur etmediği için cihad üzerimize farz değil” fetvasıyla rahatça hareket ettiğini hepimiz biliyoruz. Sonrasında Irak’ın Sünni kimliğinin nasıl ABD ve Şiilerce yok edildiği de herkesin malumu. İran bu işbirliğini o kadar ilerletmişti ki  bugün devrimin süper starı olan Kasım Süleymani Musul’da ABD askerleriyle iş tutarken oldukça rahattı.

İran’ın Afganistan ve Irak’ta ABD ile iş tutması kendi anayasa ve dini inançları açısından son derece tutarlı ve mantıklı. Şiiliğin temel metinlerine ve Humeyni’nin kitaplarındaki açıklamalara göre biz yani Ehli Sünnet’e mensup insanlar en hafifinden İmamete inanmadığımız için iman etmemiş insanlarız. Türkiye’de her ne kadar mezhep farklılıklarının tarihte geride bırakılması gereken bir süreç olduğu iddia edilse de Şia bunu gayet canlı tutuyor.

Suriye’de Seyyide Zeynep Türbesini koruma bahanesiyle yüzbinlerce Müslümanı katleden Şii çetelerinin Müminlerin annesi Hz. Ayşe’ye (R.A) küfür etmesi bu canlılığa bir örnek olarak gösterilebilir.

Bütün bu canlandırma faaliyetlerinde İran’ın nihai amacıysa Mekke ve Medine’yi kontrol etmek. Irak’la giriştiği savaş sonrası cephede tecrübe kazanan isimlerin Lübnan, Yemen, Suriye gibi bölgelerde görevlendirilmesi ve Suudi Arabistan’ı çevrelemeye çalışması bu amaca hizmet ediyor. Suudi Arabistan’daki beceriksiz yönetimin de katkısıyla bunu elde etmeye oldukça yaklaştılar. Bugün destekledikleri Yemenli Husiler, Suudi Arabistan içlerine kadar saldırı düzenleme kabiliyetine sahip oldu.

İran’ın amacını gerçekleştirmek için önündeki tek somut engelin ABD’nin Suudi Arabistan’ı koruması dersek abartmış olmayız. Suudi Arabistan’ın en büyük müttefiki olan BAE ile yakınlaşarak Yemen’de iki ülkeyi birbirine düşüren İran için Aramco’nun halka arzından sonra ABD’yi Suudi Arabistan’ın arkasından çekmek pek de zor olmayacaktır. Zira İran’da Trump’ın en çok hoşuna gidecek şeylerden biri var. Yıllardır yatırım yapılmamış bir ülke ve elini kirletmesine fırsat vermeden pek çok ülkede operasyonel gücü olan bir vurucu güç. Bugün içinde bulunduğu kötü ekonomik duruma rağmen Afganistan ve Pakistan’dan milis getirip Suriye’de savaştıran, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olacak Nijerya’da Şiiliği –üstelik bölgede var olan İsmaililik ya da Zeydilik değil İmamiye’yi- hızla arttıran İran, ABD’nin işine beceriksiz Suudi Arabistan’dan daha çok yarayacaktır.

Bu elbette akşamdan sabaha olacak bir şey değil. ABD ve İran 1986 yılında silah alışverişi yapan iki ülkenin ilişkisi de yeni değil. Eğer İran rejiminin ABD ile ilişki kurmaya kitlesini ikna edemeyeceğini düşünüyorsanız da yanılıyorsunuz. Şiiliğin en büyük yeteneklerinden biri değişken bir zemin içinde hareket edebilme yeteneğidir. “Beda” inancı sayesinde 1979’dan bu yana söyledikleri tüm argümanların tersini söyleyebilirler. Zira –kendi kaynaklarına göre- Cafer’i Sadık’ın yerine oğlunun geçeceğini söylemesine rağmen oğlunun kendisinden önce ölmesiyle sistemleşen “Beda” inancı Allah’ın –haşa- fikrinin değişmesini içeriyor. Hamaney’in Cuma İmamlarıyla başlayacak “Mehdi ile görüşen rehberimiz tekfircilere karşı ABD ile düşmanlığa son verilmesini istedi. Rehberimiz de Mehdi’nin sözünü esas alıp ABD ile iş birliğine gitti. Hz. Hüseyin’in intikamı için bunu yapacağız” propagandası ile Trump’ın Muhtar bin Ebu Ubeyde Sakafi gibi muteber bir şahıs olduğunu bile duyabiliriz.

25 Temmuz 2019 Perşembe

Kadın hakları tartışmasında yapılan yanlışlar


“Ben de çok kederliyim kadınların çektikleri cefadan
Ama öyle müşkül bir mesele, halline imkân bulamam.”[1]

İsmet Özel, “Seçmecilik” makalesinde Hint Yarımadasının büyük şairi Muhammed İkbal’in bu sözlerini eleştirir. Özel’e göre İkbal’in yapması gereken, İslam’ın tek doğru olduğunun idrakiyle kederlenmemesi gururla hakikati savunmaktır.

Muhammed İkbal’in bu sözleri sarf etmesinden o tarihlerde Hindistan yarımadasında “İslam’da kadınların hakkı olmadığı” ya da “kadınlara verilmeyen haklar nedeniyle İslam’ın zor durumda kaldığı” gibi tartışmaların yapıldığını anlayabiliriz. İkbal’de sözlerinden de bu yorumlara katıldığını ama elinden bir şey gelmediğini anlayabiliyoruz.

İslam ve kadın konusu İkbal’in vefatından 81 yıl sonra da tartışılmaya devam ediyor. Fakat tartışmanın boyutu o kadar şekil değiştirdi ki vaktiyle eleştirilen Muhammed İkbal’in durduğu yer şimdi gelenekçi olarak adlandırılabilir. Zira artık, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in (A.S) aslında öyle söylemediği, yani meselenin aslında “müşkül” olmadığı ve hallinin kolay olduğu iddia ediliyor. 

“Kadın bölümünün sonunda ‘Hz. Peygamber’in kadını aşağılayan, cinsiyet ayrımcılığı yaptığını ima eden herhangi bir söz kendisine mal edilemez’ gibi bir cümle olacak. Yani kitabımızda kadını aşağılayan, cinsiyet ayrımı yapan rivayetler kitapta olmayacak.[2]

2011 yılında bu sözleri Diyanet İşleri Başkanı olarak Hadislerle İslam Projesi için söyleyen Mehmet Görmez, bugün Türkiye’nin en saygın İslam âlimlerinden biri olarak kabul ediliyor. Ona yönelik her eleştiri “Müslümanların geri kalmasını isteyenlerin” söylediği sözler olarak kabul edilip itibarsızlaştırıyor.

İlk başta bu sözlerde bir sıkıntı görmeyebiliriz. Zira “Âlemlere rahmet olarak gönderilen” Hz. Muhammed’in (A.S.) kadınları aşağılaması düşünülemez. Fakat kadının aşağılanmasından kasıt nedir? Bugünün dünyasına kadınlara “anne” demek bile bir aşağılama olarak kabul ediliyor. Cinsiyet ayrımcılığının içine bugün eşcinseller de giriyor? Bu kadar modern ve sürekli değişen terimlerle Hz. Muhammed’in (A.S.) hadislerini ayıklamak ne derece sağlıklı? [3] 

Dahası bu düşünceyi Diyanet İşleri Başkanı sıfatıyla ve “Hadislerle İslam” gibi son derece iddialı bir projenin merkezine koymak ne kadar İslami?

Diyelim ki Hz. Muhammed (A.S)’in ağzından çıktığı kesin olan bir Hadis-i Şerif’te bugünkü değerlendirmelerle kadın aşağılandı. Biz Peygambere imanımızı mı gözden geçireceğiz. Bizim değerlendirmemiz bu kadar önemliyse Hz. Kur’an’dan haşa “nefret ve şiddeti körükleyen” ayetlerin çıkartılmasını isteyenlere tepki göstermemiz ne kadar etkili olur? [4]

Tıpkı Kadın-Erkek eşitliği gibi “nefret söylemi ile mücadele” de bu günün en önemli “ortak” kazanımlarından biri değil mi?

Tartışmanın odağında hep kadınlar

15 Temmuz sonrasında Türkiye’de dindar gençlerin deizme kaydıkları çokça konuşuldu. Konuyu ilk gündeme getirenlerden biri olan İhsan Fazlıoğlu Hoca, “ne Deizmi ateist olan başörtülü öğrencilerim var.” Sözleriyle dikkat çekmişti. [5] Bu açıklamanın sonrasında başını açan, dindarlıktan uzaklaşan ve kadınların hikâyeleri[6], camilerde erkeklerle birlikte saf tutmak isteyen “dindar” kadınların mücadelesi [7] gündemi sürekli meşgul etti. 

İhsan Fazlıoğlu aynı cümleyi “15 Temmuz sonrası erkek öğrencilerim geldi ve ateist olduklarını açıkladılar” şeklinde kursaydı Allah-u alem aynı etkiyi görmeyecekti.

10 yıl önce dalga geçilen meseleler artık devletlerin himayesinde

Amina Wadud, ABD’de erkeklere de imamlık yaptığında kimse onu ciddiye almamıştı. Hatta Wadud Türkiye’ye gelmiş, Cüneyt Zapsu’nun eşinin de katıldığı bir kadınlı erkekli cemaate imamlık yapmıştı. Birkaç hafta konuşulan olay sonra unutuldu gitti. Wadud hâlâ bazı camilerde tuhaf cemaatine imamlık yapıyor ama artık daha popüler bir isim var: Seyran Ateş. FETÖ’cülerin de desteğiyle kurduğu ibadet merkezinde imamlık yapan Ateş, bugün Almanya’nın İslam ve Müslümanlarla alakalı politikalarında sözüne önem verilen 3-5 kişiden biri haline geldi.

Seyran Ateş’in bu projesiyle paralel olarak, namaz kılmak isteyen dindar kadınların camilerden kovulduğunu ve onların ortak bir mücadeleye giriştiğini sürekli okuduk, tartıştık. Oysa hikâye şuydu, camilerde erkeklerle aynı safta namaz kılmak isteyen kadınlar tepki göstermişti. Kadın madem sokakta, okulda, sınıfta, siyasal mücadelede erkeklerle yan yanaydı neden camide olamıyordu? Aslında sorunun kendisi bile asıl sorunun ne olduğunu ortaya koymaya yetiyordu. Barajın kapağını açarsanız evinizin suyun altında kalmasından şikayet hakkınız olamazdı.

Avrupa’da yasak ve “İslam ülkelerinde”  değişim paralel ilerliyor

Avrupa ülkelerinde başlayan yasak furyası ile dindar kadınların peçe takması engellendi. İş burada kalmadı, artık başörtüsü kamusal ve özel alanda yasaklanmaya başladı. Peçe yasağına Tunus dâhil oldu. “Avupa’da dindar erkek ve kadınların ne işi olduğu” sorusunu sormak bile bugün dindarlar arasında gerici olarak tanımlanmak için yeterli. O eşiği aşalı çok oldu. Batılı ülkeler bu yasaklarla kendi “İslamlarını” ortaya koyarlarken, Suudi Arabistan ve İran’da başlayan değişim rüzgârı dikkat çekici. Özellikle Suudi Arabistan’da Kraliyet ailesinin himayesinde Arabistan’da yaşanan değişimin hızı takip edenleri şaşırtan boyutlarda.

Haliyle Türkiye’de bütün bu değişim taleplerinden payına düşeni aldı.

Bugün ülkemizde maalesef dindarlar arasında “camilerde kadınlara arka tarafta namaza durun” demek bile eleştiri sebebi olabiliyor.

 Peki, bu noktaya nasıl geldik?  Buna birden fazla cevap vermek mümkün. 

1-Öncelikle İslami kaynaklarda kadınlara yönelik bazı hakların görmezden gelinmesi ister istemez. bu tartışmaları alevlendirdi. Bugün boşanan kadının çocuğunu emzirmek için ücret talep edebileceğini söylesek, herkes “nereden çıktı bu?” diyebilir.



Ya da “boşanan kadınların iddet süreleri bittikten sonra evlenmeleri gayet doğaldır” cümlesini yüksek sesle söylediğinizde homurdanmalarla karşılaşmanız büyük bir olasılıktır. Merak edenler tefsir kitaplarından Bakara Suresi 231. Ayeti ile 237. Ayetleri arasını okuyabilir. [8]


Hz. Peygamberin eşleriyle olan münasebetini peygamberimizin adını anmadan aktardığınızda, taş fırın erkekliği rahatsız olabilir.

    2-Geleneğin kaybolması. Burada gelenekten kastımın ilim geleneği olduğunu peşinen -belirteyim. Tam da burada itiraz olarak "kadınların kötü durumundan geleneğin sorumlu olduğunu" iddia edenler çıkacaktır. Oysaki hakikat böyle değil.

1784 yılında Şam’da dünyaya gelen büyük İslam âlimi İbn-i Âbidîn, Reddül Redd'ül Muhtar eserinde bir fetvaya yer verir: Dünyanın en doğusunda esir alınan mü’mine bir kadını kâfirler henüz kalelerine ulaştırmadan önce dünyanın en batısındaki Müslümanlar tarafından kuvvetle kurtarılması veya bütün Müslümanların mallarını vermeye de mâl olsa fidye verilip o kadının düşmandan alınması vaciptir.” [9]

Dünya üzerinde hangi kadın hareketi, hangi feminist düşünür bir kadına bu kadar kıymet veriyor?

Şam müftüsü ve Süleymaniye müderrisi Ali bin Muhammed el-Muradi’nin(1719) Rafizi erkeklerin Ehli Sünnet'e mensup kadınlarla evlenmemesi"[10] için yazdığı risale de İslam âlimlerinin kadınlara ne kadar önem verdiğini göstermesi açısından iyi bir örnek.

Risalenin sadece rafizi erkeklere özel yazıldığını zannedenler okuduklarında fena halde şaşırabilirler.

Bugünse maalesef Ehli Sünnet hocalarımız meseleye direkt kadınları eleştirerek başlıyor. 50 yıldır kadını dışarı çıkarma üzerinde bir düzen inşa edip birden bire dışarıda olmalarını da eleştirerek “hadi evinize” dediğiniz anda kusura bakmayın ama sizi kimse ciddiye almaz. 

Sosyal medyada kadınların yaptığı yorumların kepsini alıp “vah bizim halimize” yazdığınızda normalde söylediğiniz doğru sözlerin de bir kıymeti kalmaz. Ya hiç sosyal medya kullanmayacaksınız ya da “emri bil maruf nehyi anil münkeri” hakkıyla yapacaksınız. Hiçbir şey yapamıyorsanız bu âlimlerimizin fetvalarını duyurun.
 
3- Müslüman kadınların da Müslüman erkekler gibi dünyevileşmeden paylarına düşeni almaları. Artık Müslüman kadınlar en ufak bir hayra davet çağrısını bile kendi şahsiyetlerine yönelik bir saldırı olarak değerlendiriyorlar ve bu minvalde karşılık gösteriyorlar.

4-Milli Nizam Partisi’nden bu yana dindar erkekler, dindar kadınlarla birlikte siyaset yapıyor. Hatta kadınların siyasi partilerdeki ve derneklerdeki çalışkanlıkları herkesin malumu. Eğer siyasi mücadeleyi, üniversitelerde okumayı, mücadelenin temeline yerleştirirseniz bu süreçlerin içinde yer alan insanlara bir süre sonra “sen buradan ileriye geçme” demenin pek bir etkisi olmaz. 

5-Kadınlar üzerinden tartışmanın her zaman daha cazip olması. Bugün dindarların lüks yaşamları üzerine tartışanlar başörtülülerin lüks araçlara binmesini eleştiriyor. –Bu konuyu ilk gündeme getirenlerden biri olan Mehmet Bekaroğlu’nun doktorluk yaptığı dönemde “zenginlerin doktoru” olarak tanındığını hatırlatmak gerekir.- Deizme ve ateizme kayan Müslümanlar tartışması hep kadınlar üzerinden yürüdü. Çünkü daha dikkat çekiyor.

6- Yaşadığımız dünyevileşmeye bağlı olarak evlilik yaşının yükselmesi/ evlilikten beklentinin farklılaşması.

Bugün Müslüman kadınlar bile dışarıda ücretli çalışmayı tercih etmeyen kadınları 2. Sınıf görüyorlar. Bununla birlikte erkeklerde nikâhlarına aldıkları eşlerinin ekonomik olarak kendilerine "yük" olmamasını tercih sebebi görüyor. Çocuk yapmanın düşünülmeme sebeplerinden biri de bu "külfet" algısı. Hal böyle olunca da evlilik, kadın ve erkek kavramlarının içi boşalıyor.

Bu altı maddeye başka maddeler eklenebilir. Fakat yazıyı daha fazla uzatmamak için devam etmeyeceğim.

Sonuç olarak: Bugün geldiğimiz noktada Müslüman erkeklerin ve Müslüman kadınların arasındaki ilişkinin Allah'ın bizden istediği noktanın hayli gerisinde olduğu su götürmez bir gerçeklik olarak karşımızdadır. Bu sorunun çözümünde Kadın ve Erkeklerin, Allah indinde kulluk noktasında eşit olduklarını, fakat sorumlu tutuldukları alanların farklı olduğunu idrak etmek önemli bir merhale olacaktır. Ayrıca kadın erkek ilişkilerinde diğer tüm olaylarda olduğu gibi Allah Resulü Hz. Muhammed’in bize en büyük ve güzel olduğunu hatırlamak bizi başka örneklere sapmaktan koruyacaktır. Bu noktada İslam âlimleri, kadınların ve erkeklerin hak ve sorumluluklarını düzgün, tatlı bir dil ile ortaya koyan eserler kaleme almalıdır. –Elbette ki gerçeği eğip bükmeden-.  Unutulmamalıdır ki eğer toplum olarak Allah’ın rızasını kazanacaksak bu sadece kadınlarla veya erkeklerle olacak bir durum değildir.







[1] Üç Mesele, Seçmecilik makalesi sayfa 48. Muhammed İkbal’in etkilendiği en önemli isimlerden birinin İngiliz Oryantalist Thomas Walker Arnold olduğunu İsmet özel söyleme ihtiyacı duymamış. Diyanet’in İslam Ansiklopedisine göre Sir Arnold, İslam’da Tebliğ’in tarihi eseriyle İslam’a yönelik “zorla Müslüman yaptılar” eleştirilerine cevap veriyor. Kitabı okuyanlar etkilenecektir. Fakat yazıldığı dönemin Hindistan’ında Müslümanların İngiliz Sömürgesine karşı harekete geçtiklerini akılda çıkarmamak gerekir.  
[6] Seçilen örneklerin ne kadar doğru olduğuna bakmak için https://twitter.com/_ufunet/status/1137419051607711744

[8] Diyanet Vakfı Mealine göre ayeti kerimenin(231) meali şöyle: Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit ya onları iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikâh altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük etmiş olur. Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, (size verdiği hidayeti), size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir.
[9] Bu müthiş fetvadan beni haberdar eden Muhammed Köse ağabeye teşekkür ediyorum.

23 Nisan 2019 Salı

Ahmet Davutoğlu'nun açıklamasının düşündürdükleri



31 Mart seçimleri tam olarak bitmeden AK Parti içerisindeki yeni bir parti kurma hazırlığı içerisindeki muhalif kanadın açıklamaları gelmeye başladı. Önce eski Manisa Milletvekili Selçuk Özdağ sonra eski İstanbul İl Başkanı Selim Temurci ve nihayetinde eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun açıklamaları geldi.

Bu açıklamaların ortak noktalarıysa şunlar oldu:

1) Ak Parti bu seçimin kaybedenidir.
2) Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi yanlıştır. Sistemden geri dönüş olmalı. Eğer bu olmuyorsa Erdoğan Partili Cumhurbaşkanı olarak devam etmemeli.
3) "Bizi" gönderdiniz böyle oldu.
4) AK Parti'nin MHP ile ittifakı yanlıştır. Toplumu geren bu ittifak sonlandırılsın
5) AK Parti'nin yenilenmeye ihtiyacı var.

Bu iddialara tek tek cevap vermek mümkün. Fakat öncelikle şunu hatırlatmak gerekiyor. Bu iddiaların merkezinde "Ak Parti'nin İstanbul'da büyükşehir belediyesini kaybetmesi" yatıyor.

Ak Parti’nin oy kayıplarının nedenleri?

İstanbul diyorum zira Ankara'da son 2 belediye seçimleri AK parti için hayli sancılı geçmişti. Antalya'da bir gelen bir giden şehirdi.

Adana, Mersin ve Hatay'daki kayıplar o illerdeki demografik yapı aday ve karşıdaki ittifakın yapısını ele alarak değerlendirmesi gereken sonuçlar. Söz gelimi Mersin'de eski Belediye Başkanı Karaduman'ın aday gösterilmediği için İyi Parti'ye geçmesi ve İyi Parti il yönetimi tarafından önünün kesilmesi CHP-İYİ parti ittifakını doğal olarak ortaya koydu.

İlleri tek tek anlatabilirim hepsinin özel sebepleri ve sonuçları var. AK Parti’nin yanlış aday seçimi, HDP faktörü, ekonomik durum vs çok şey söyleyebiliriz. Söz gelimi AK Parti “Emeklilikte Yaşa Takılanlar” tasarısını meclisten geçirseydi bu seçim sonuçları nasıl olurdu kestiremiyoruz.  Ya da muhtarlık seçimi için köylerine gidenlere bir çözüm bulunsa aynı sonuçla karşılaşır mıydık? Bu sorulara kesin bir cevap vermek zor. Ankara’da Başkanlığı kazanan Mansur Yavaş’ın EYT’lilerin sorunlarını çözeceğiz diye oy aldığını hatırlatmakta fayda var.

Bütün bunların dışında seçimlerin sonuçlarını iyi tahlil etmek için Youtube üzerinde en çok izlenen videoları, dinlenen şarkıları, hatta çok okunan kitapları bile iyice tahlil etmek gerekiyor.

İstanbul için geleneksel seçim analizlerini kullanarak pek çok neden sayabilirim ama bunu yapmayacağım. Çünkü İstanbul'daki seçimlerin yenilenme ihtimali var. Ak Parti ve MHP Maltepe, Büyükçekmece ve İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinin yenilenmesi için başvurdu.

Fakat gerek Özdağ gerek Temurci gerekse Davutoğlu'nun paylaşımlarında bu itiraza ve seçimde yaşananlara yönelik tek satır bir laf yok. Bu üç isim AK Parti’den hâlâ partimiz olarak bahsederken partinin yaptığı itiraza ve ortaya çıkan bilgilere dair bir yorum yapmıyor. Partinin politikalarına muhalefet etmek partinin yaptığı itiraza dair bir söylememeyi mi gerektiriyor bunun takdirini okuyanlar versin.

Davutoğlu’nun açıklamasında çok sayıda madde var. Sayın Davutoğlu’nun düşünce özgürlüğüne verdiği önemi maddelerde görebiliyoruz. Ahmet Davutoğlu’nu eleştiren gazetecilerin kovulduğunu herkes bildiği için bu konuya girmeye bile gerek yok.

Benim eleştireceğim nokta Sayın Davutoğlu ülkede yaşananlardan bu kadar rahatsızsa ve 3 yıldır bunları Erdoğan’la paylaşıyorsa demek ki ciddiye alınmıyor. Neden ikinci uyarısından sonra bunu kamuoyu ile paylaşıp AK Parti Genel Başkanlığına yeniden aday olmadı ya da yeni bir parti kurmadı. Çizdiği tablo çok kötü ve yıllardır bunu söylediği halde düzelmiyorsa neden şimdi aldığı sorumluluğu o zaman almadı da yerel seçimlerde sonuçların "kötü çıkmasını" bekledi? Eğer Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bu ülkeye zarar veriyorsa 16 Nisan Referandumu öncesinde açık açık buna karşı çıkması gerekmez miydi?

Hayır, amaç Erdoğan’ın AK Parti Genel Başkanlığı’ndan ayrılıp bu makama Ahmet Davutoğlu’nun “seçilmesi” ise Sayın Davutoğlu bunu açıkça söyleyebilirdi. Böyle kelime oyunları ile zaman harcamaya gerek kalmazdı.

MHP ile ittifak meselesi

AK Parti’nin “oy kaybı”na gerekçe olarak gösterilen en önemli sebeplerden biri de MHP ile ittifak kurması oldu. Onlara göre HDP seçmeni, Saadet Partili adaylara Adıyaman ve Urfa’da (üstelik ikisi de eski AK Partili vekil) oy verebilir, aynı seçmen İyi parti ile aynı adaya oy verebilir, hatta Ankara’da MHP geleneğinden gelen Mansur Yavaş’a oy verebilir ama AK Parti’ye MHP ile ittifak yaptığı için oy vermez. Ama Hakkâri ve Ağrı’da verdi? Dahası Ak parti HDP’nin birinci olduğu bölgede hâlâ 2. Parti olmaya devam ediyor.

HDP seçmenin AK Parti’ye oy vermesi ancak PYD’nin şartlarını Türkiye kabul ederse geçerli olacak. Olayın MHP ile kurulan ittifakla bir alakası yok. Neticede bu seçmen Alman AfD’ye rahmet okutan İyi Parti’ye oy verebiliyor. Ak Parti’ye mi vermeyecek?

Bitirirken

Ahmet Davutoğlu’nun FETÖ, Türkiye’nin Akdeniz ve Ege’deki egemenlik hakları, ABD’den gelen S-400 tehditleri, BAE ve Suudi Arabistan’ın Türkiye’ye yönelik düşman siyasetine dair değerli görüşlerini merak ediyorum. “İnsanlık tarihinin en yoğun dönüşümlerinin yaşandığı, toplumlar arası iletişim ve etkileşimin olağanüstü bir hız kazandığı, büyük imkânların ve risklerin aynı ölçüde ve eşzamanlı olarak devreye girebildiği bir tarihi sürecin içinden geçiyoruz. Zamanın ruhu tarihi akışın ivme kazanmış olması” cümleleriyle geçiştirilemeyecek kadar hassas bir dönemdeyiz.

Kafamda deli sorular?

Ahmet Davutoğlu madem görüşlerini rahatça açıklama kararı aldı, PKK’ya açık destek veren ve Erdoğan’ı Lahey’de yargılatmak isteyen malum bildiri için hâlâ aynı fikirde mi? Türkiye DEAŞ’a silah verdi diyen Can Dündar’ın serbest kalmasının hâlâ doğru fikir olduğunu düşünüyor mu? PKK 2012 şartlarına dönerse tekrar açılım sürecine dönmeli miyiz? Avrupa ve ABD’de sürekli olarak bizi önce NATO’dan çıkarmayı sonra da askeri anlamda cezalandırmayı düşünen entelektüellere karşı ne yaptı?

CHP+Saadet İttifakı Konya’dan iki vekil çıkartırken Sayın Davutoğlu memleketindeki seçim çalışmalarına iştirak etti mi? Öyle ya madem AK Parti’den hâlâ partimiz diye bahsediyor, partisi için çalışması gerekmez miydi? Son olarak madem AK Parti Sayın Davutoğlu’nun da partisi 2 yıldır sağ da solda “yeni parti hazır” diyenlerden tanımadığı kimse var mı?


30 Ocak 2019 Çarşamba

ABD'yi haklı çıkarmak için Venezuela darbesinde eksik bırakılanlar




 Venezuela’da muhalif lider Juan Guaido’nun kendini devlet başkanı ilan etmesiyle hızlanan ABD’nin ülke yönetimini değiştirme hamlesi devam ediyor. “hızlanan” kelimesini bilerek kullandım çünkü Venezuela’da yaşananlar 23 Ocak’ta başlamadı.  

Venezuela konusunda yazılan –ne hikmetse ABD’nin ve muhalefetin kısmen haklı olduğunu hissettiren- köşe yazılarındaki tek eksik maalesef bu değil. Yaşananları anlatmaya Hz. İsa’nın doğumuyla başlayanlar bile yazılarını eksik bırakıyor. Örnek olarak Yıldıray Oğur’un Karar’da yayınlanan “Hepimiz- neyse ki- Maduro değiliz” başlıklı yazısını gösterebilirim. Bu yazının yazılma fikri de Twitter’da yazının eksiklerine dair yaptığım zincire gelen "bunu blogda da yazsana" önerisi oldu.

Lafı çok uzatmadan Venezuela üzerine yazılan birçok köşe yazısındaki eksikleri düzelteyim.

“Maduro Ulusal Meclis’i feshetti”

6 Kasım 2015 tarihinde Venezuela’da yapılan Meclis seçimlerinde muhalefetin seçimi kazandığı doğru. Amazonas eyaletinde[Evet Brezilya’da da aynı isimde eyalet var] yapılan seçimlerde parayla oy satın alındığı yönündeki kuvvetli iddialar üzere Anayasa Mahkemesi bir karar alıyor:"Bu olayı araştırın." 

İktidar kabul ederken muhalefet önce kabul edip sonra reddediyor. 4 milletvekili önce yeminini geri çekerken sonra tekrar yemin ediyor. Venezuela Anayasası, 336/7. Maddesi ile Anayasa Mahkemesi’ne  “ülke, eyalet veya belediye yasamalarında anayasaya aykırılık tespit etme ve gerekirse düzeltici önlemleri alma” yetkisi veriyor.

Anayasa Mahkemesi’ni takmayan Ulusal Meclis’teki muhalif vekiller bir de Maduro’nun görevini kitliyor. Anayasa Mahkemesi’de “siz kararlarımı tanıyana ve bu tavrınızı değiştirene kadar yetkinizi ben üstleniyorum.” diyor.

Maduro’da bunun üzerine Kurucu Meclis kurulması ve ülkedeki gerginliğin azaltılması çağrısı yapıyor. Anayasa’da değişiklik yapmak için Kurucu Meclis’in kurulma kararı bence Maduro’nun taktiksel en büyük hatası.Çünkü Chavez destekçilerinden bazıları da buna karşı çıkıyor. Anayasa’nın yeterli olduğunu açıklıyor. Kurucu Meclis yerine Ulusal Meclis seçimlerinin yenilenmesi denenseydi muhalefet bloğunu parçalayabilirdi.

“Maduro Ulusal Meclisi ülkeyi tek başına yönetmek için feshetti”

Venezuel’da Devlet Başkanının ülkeyi kararname ile yönetmesi ilk kez olan bir durum değil. Chavez’in defalarca kullandığı bu yetkiyi Maduro 2013’de 12 aylığına alıyor. Sonraki dönemlere dair bir kayıt bulamadım. Muhtemelen devam ediyor. Gerekçesiyse  “Ekonomik Savaş”

Venezuela Anayasa Mahkemesi’ne saldırı

ABD’nin haklı olduğunu ima eden yazılarda bir türlü göremediğim olaylardan bir tanesi 28 Haziran 2017 tarihinde Venezuela Anayasa Mahkemesi’ne düzenlenen bombalı saldırı. Çaldıkları polis helikopteriyle el bombası atan ve ateş eden saldırganlar Anayasa’nın 350. Maddesini hatırlatan bir pankart göstererek binadan uzaklaşıyor   . Muhalefeti bu olayda haklı çıkarmak isteyenlere tüyo vereyim: Venezuela Anayasasının 350. Maddesi “Cumhuriyete bağlı, barış, bağımsızlık ve özgürlük için mücadele eden Venezuela halkının demokratik değerleri ihlal eden hiç bir rejimi tanımayacağını” açıklıyor. Buradan ilerleyebilirsiniz.

“ABD muhalefete destek vermeye başladı”

Pek çok yazıda yer alan bu ifade de eksiktir. ABD Venezuela’daki muhalefete 1999 yılındaki darbeden bu yana destek vermektedir. [Öncesini araştırma fırsatım olmadı]  2017 yılından bu yana da Maduro’yu ve Venezuela’yı açıkça tehdit etmektedir.

Cumhuriyetçi Parti’den Başkan Adayı da olan Marco Rubio: “Maduro’nun yerinde olsam geceleri uyurken tek gözümü açık bırakırım.”

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson: “Maduro ya geleceğinin olmadığına karar verip kendi arzusuyla bırakacak ya da biz bıraktıracağız.”

Rex Tillerson başka bir açıklamasında: "Güney Amerika tarihinde,işler çok kötüye gittiğinde ve liderler artık halka hizmet edemediğinde ordu devreye girer.”

Trump’ın da “biz ekonomik yaptırımlarla uğraşacağımıza Venezuela’yı işgal etsek?” dediği iddia edilmişti.

“Maduro’nun kazandığı seçimlerde katılım düşüktü”

Bu iddianın tam olarak doğru şekli şu: 2017 yılında yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde Birleşik Krallık Parlamento üyesi Mark Malloch Brown’un Başkanı olduğu Smartmatic isimli şirketin iddiası bu. 

[Smartmatic’in Venezuela’da geçmişi hayli eski bunu da belirteyim.] Mark Malloch Brown ise New York’ta BM’de görevliyken Soros’un evinde kirada oturan, Soros ile 1993 yılından bu yana birlikte çalışan, bir dönem Soros Fonu’nda başkan yardımcılığı yapan. Açık Toplum Ensitüsü’nde de Başkan Yardımcılığı görevini yürütmüş bir isim.

“Venezuela’da ekonomik kriz var”

Bu cümlenin tam olarak doğrusu şu: Venezule’da ABD’nin ve bölge ülkelerinin ambargosu nedeniyle bir ekonomik kriz var. İnanmayan çok sevdikleri Fehmi Koru’nun geçmiş yıllardaki yazılarını okuyabilir. ABD’nin Venezuela Merkez Bankası’nın parasına bloke koyması, Venezuela’ya gidecek Swiftleri engellemesi, Kolombiya’nın ilaç dahi yollamaması, Venezuela’nın ilaç almak için kullandığı krediye karşılık İngiltere’ye yolladığı altınların iç edilmesi, pek övülen muhalefet lideri Guaido’nun “lütfen daha çok yaptırım yapın” diye yalvarması bu krizin nedenlerinden bazıları. Karşımızda dünyanın en büyük petrol ve altın rezervine sahip ülkesi var. Ve bu ülke ambargodan çıkmak için kripto para çıkardı “petro”. ABD buna da engel oldu. Hatta feshedildikten sonra çalışmaya devam eden ulusal meclis’te “petro”nun yasaklandığını iddia etti. 

Evet, ambargo altında bir ülke var. Bu ülke çıkış yolu olarak kripto para çıkartıyor ve kendi meclisi güya ülkenin iyiliği için bunu yasakladığını açıklıyor. Karşımızda kolları bağlanan bir adam var ve biz basket topunu tutamıyor diye ona kızıyoruz.


“Türkiye’nin Venezuela darbesiyle bu derece ilgilenmesi anlamsız”

Eksiklik yok burada. Burada ya kötü niyet var ya da meseleyi idrak edememe durumu var. Brezilya darbesi sırasında da aynı şey yaşanmış bize ne Brezilya’dan denmişti. Neredeyse bizdekiyle aynı giden bir süreçte Brezilya’da Dilma ve Lula devrildi. Şimdi Güney Amerika’nın en ırkçı, ABD ve İsrail yanlısı devlet başkanı göreve geldi. Seçim güvenliği, uluslararası medya aracılığı ile düşman ilan edilmesi, ekonomik yaptırım ya da operasyonlarla kriz çıkarma, halkı sokağa dökme vs. bizde denenen pek çok şey Venezuela’da denendi. Bir ya da birkaç seçim sonra “muhalif bir liderin” kendini Türkiye Cumhuriyeti Başkanı ilan etmemesi bu ilanın da Batı’da kabul görmemesi adına Türkiye bu meselede ABD’nin tam karşısında yer aldı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'da bu sürecin farkında olduğu için Venezuela'yı ziyaretinde "birimize sultan diyorlar birimize diktatör" diyerek uluslararası kampanyanın bir hedefinin de kendisi olduğunu açıklamıştı. 

Eksik kalan bir konu kaldı; onu da ben sorayım?

Siz neden birden ABD darbesine bu kadar destek veriyorsunuz?