Pinperest

26 Mayıs 2020 Salı

Cüneyt Özdemir'in Ali Babacan'a sormadığı sorular


DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın Cüneyt Özdemir ile yaptığı program oldukça ses getirdi.  Bu yazıyı hazırlarken 775.726 kişi tarafından izlenen program, rahat bir şekilde bir milyon barajını aşacak. 

Bu hızla izlenmeye devam ederse 2 milyon izlenmeyi görmesi bile sürpriz olmaz. Kanalın en çok izlenen videosu Cüneyt Özdemir’in Şeyma Subaşı’nın kitabını analiz ettiği 26 dakikalık video. 3,5 milyon izlenmiş.

Programı izlerken, Cüneyt Özdemir’in ilk olarak Ali Babacan’a sorması gereken tüm soruları sorduğunu düşünüyor insan. Bazı soruları birkaç kez İzmir’deki askerî casusluk kumpası davasında Hazine ve Merkez Bankası uzmanlarına soruşturma izni verilmesi, Bankasya, Ergenekon kumpası gibi sorması ve Ali Babacan’ın bazılarını geçiştirmesi, Cüneyt Özdemir’in “özlenen gazetecilik” yaptığını sık sık tekrarlaması bu görüşü kuvvetlendiriyor.

Fakat bu doğru değil. Programda bazı sorular sorulmadı. Üstelik bu sorular Ali Babacan'ın ve partisinin seçmen nezdindeki yerini konumlandıracak sorular. 

Bu programı ben yapacak olsam, soracağım soruları yazmaya karar verdim. 

15 Temmuz sonrası Mesut Yılmaz dahi Avusturya televizyonunda Türkiye’yi savunurken, Ali Babacan’ı neden hiçbir yerde görmedik?

Serbest bırakılması için çalışacağını açıkladığı düşünce suçluları kimlerdir?

Türkiye’deki  “kötü gidişin en büyük nedenlerinden biri olarak gösterdiği”  Partili başkanlık sistemine karşı neden açıkça muhalefet etmedi. “Parti içinde görüşlerimi bildirdim” demek, ülkemize karşı sorumsuzluk değil mi?

Yaklaşık 2 yıldır parti kuracağı söylenirken neden yerel seçimlerde başarısız olunmasını bekledi.

CHP, İyi Parti, HDP ve Saadet Partisi ile ittifak konusunda ne düşünüyor?

AK Partili siyasetçiler için yaptığı “onların da haline üzülüyorum. Ortada siyasi bir parti kalmadı” sözleri siyasi ahlaka sığıyor mu?

Siyasetle ilgisini anlatırken 2002 öncesi Melih Gökçek’e danışmanlık yaptığı dönemi neden anlatmıyor?

Ankara Barosu’nun yaptığı açıklama hakkında ne düşünüyor?

Eşcinsellik meselesi hakkında ne düşünüyor? Partisi eşcinsellerin evliliğini onaylayacak mı?

Alevilerin isteklerini nasıl değerlendiriyor? 

Diyanet İşleri Başkanlığının yapısına dokunacak mı?

İran ile ticarette ödemelerin Halkbank hesabına yatırılması ve bunun İran’a ait kuryelerle aktarılması yönteminin mucidi kendi ifadesiyle Ali Babacan olduğu halde, ABD’de devam eden Halkbank kumpasında neden adı hiç geçmedi?

AB’de yükselen ırkçılıkla ilgili nasıl bir politika gütmeyi planlıyor? AfD, Le Pen, Salvini, Kurz gibi ırkçı popülist politikacıların güçlendiği AB ile 2002’deki bir ilişki kurmayı planlıyor mu?

“Ziraat Bankası Bankasya’yı satın alabilir açıklaması yaptığı” 6 Ağustos 2014 tarihinden bankaya el konulan şubat 2015 dönemi başta olmak üzere, FETÖ’nün banka aracılığı ile kendi iş adamlarına uygunsuz kredi vermesinin önüne neden geçilemedi? Bugün FETÖ’cülerin kavgalarında öğrendiğimiz bu süreçte, BBDK, Hazine ve ilgili kamu kurumlarının görevlerini eksik yaptığını düşünüyor mu?

FETÖ ile nasıl mücadele edecek?

PKK ve PYD ile nasıl mücadele edecek?

Barış Pınarı, Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı Harekât bölgelerinin akıbeti ne olacak?

Türkiye’nin Libya ile imzaladığı anlaşmalar hakkında ne düşünüyor? Partisi iktidara gelirse bu anlaşmalara sadık kalacak mı?

Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin Akdeniz ve Ege’deki faaliyetlerini nasıl engelleyecek?

Suriye ve Mısır politikaları nasıl olacak? Esed ve Sisi rejimi ile ilişkileri devam ettirir miydi?

Türkiye’nin milli savunma hamlesi konusunda nasıl bir politika izleyecek?

ABD’nin Çin ile giriştiği ekonomik savaş, Almanya’nın Çinli şirketlere satın alma kısıtlaması getirmesi sürekli dile getirdiği “devletin piyasaya müdahale etmemesi ilkesiyle çelişmiyor mu?

140 journors'ın yayınladığı 30 dakikalık program bir belgesel mi, yoksa reklam filmi mi? DEVA partisinden bu programa ilişkin bir ödeme yapıldı mı? 

Ali Babacan'ın twitter hesabı 1 Ocak 2020'den 20 Haziran 2015 tarihine kadar olan dönemde neden boş? 

DEVA partisi kurulmadan önce sosyal medyada Ali Babacan adına kurulan sosyal medya hesaplarıyla bir ilgileri var mı? Yoksa neden bunu Şırnak'ta açılan hesaba kadar deklare etmediler? 

Partisinin bağış hesabında toplanan tutar ve bu zamana kadar yapılan harcamaları beyan edecekler mi? 








31 Mart 2020 Salı

Koronavirüs salgınında "İnfluencer" başkana tahammül etmek zorunda mıyız?



Çin’de başlayan koronavirüs salgını tüm dünyayı etkisi altına aldı. Basit bir örnek vermek gerekirse 28 Mart tarihinde yazımı bitirirken baktığımda 658.519 vaka varken şimdiki sayı 848.586 oldu. Virüsün bulaştığı insanlar ve maalesef ölenlerin sayısı hızla artıyor. Türkiye’de de vaka sayısı artıyor. Evden çalışabilenler günlerdir evden çıkmadı. Evde çalışma imkanı olmayanlar işe giderken telaş içinde gidip korunmaya çalışıyor.

Stresliyiz, günlerdir çocuklarımız evden dışarı çıkmıyor. Bir yere dokunduğumuz zaman ellerimiz parçalana kadar yıkıyoruz, elimiz yüzümüze değdiğinde panik oluyoruz, marketten geliyoruz, çocuklara “yaklaşmayın” deyip banyoya koşuyoruz.

Az buçuk kalan aklımızı da kaybettiğimiz günlerde uğraşmamız gereken tek şey toplumu geren, bizi paniğe sevk eden, dahası adını sürekli gündemde tutmaya çalışan bir isim. Maalesef böyle bir isim gündemi virüs bulaşan insanlardan daha çok meşgul etmeye başladı.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’ndan bahsediyorum. 

Hayatımıza girdiği tarihten bu yana konuşmasına, iş yapmasından ziyade konuşmasına alışmıştık.

23 Haziran’a kadar “bekleyeceğimiz bir an bile yok, çalışmamız lazım” diyen ama seçildikten birkaç gün sonra tatile çıkan bir isim Ekrem İmamoğlu. 

İstanbul sel içindeyken tatilini kesmeyen, eleştirilince dönen bir çekim yapıp tekrar tatiline giden bir adam Ekrem İmamoğlu. 

İstanbul’da 1994’den bu yana çalışan bir süreç var neticede. Ekrem İmamoğlu hiçbir şey yapmasa bile öyle ya da böyle bu belediyede işler yürüyor.

Tüm belediye seçimleri boyunca  belediye başkanlarının lüks konutları olduğundan İBB’nin o dönemdeki Genel Sekreteri Hayri Baraçlı’nın tam 3 makam aracı olduğunu ve bunları sergileyeceğini söyleyen Ekrem İmamoğlu seçildikten sonra bunları sergilemediği zaman da çok şaşırmamıştık.  

Ekrem İmamoğlu’nun Elazığ’daki deprem bölgesini ziyareti de oradan tatile gitmesi de tepki çekmişti. Ama bu tepkiler öyle anlık gelişti gitti.

Bütün bunlara bile bir yere kadar tahammül edebiliriz. Neticede elimizden bir şey gelmiyor. Elimizdeki de bu. Eh 23 Haziran’da da seçildi, çekeceğiz.

Fakat Ekrem İmamoğlu tüm dünyada paniğe neden olan bu salgının kendisinden rol çalmasını kıskandığı için midir nedir, salgın Türkiye’de başladığı andan itibaren bir tuhaf davranıyor. 

Neredeyse her gün sokağa çıkma yasağı isterken sokakta kandil simidi dağıtan bir belediye başkanını tanımlarken kıskançlık dışında pek bir şey gelmiyor aklıma.

Ekrem İmamoğlu bir yandan sokağa çıkma yasağı istiyor, bir yandan otobüs sayılarını azaltıyor. Bununla yetinmiyor Pazar sabahı saat 06:00’da otobüse binen insanları AK Parti trolü ilan ediyor. Gene yetinmiyor AK Partili Esenler Belediye Başkanının hastanede olduğu yalanını yayan bir twitter hesabının belediyede iş müdür yardımcısı olduğunu öğreniyoruz.

Salgınla mücadele ederken bir yandan Ekrem İmamoğlu’nun gündemi meşgul eden uygulamalarıyla uğraşıyoruz. Misal Jandarma, polis, asker ve diğer belediyelerinin zabıtalarının bedava yaptığı yaşlı ve kronik hastalara hizmet götürme olayını 153’ü arayıp Yemeksepeti üzerinden parayla yolluyor.

Bununla da yetinmiyor 65 yaş üstü yaşlıları adeta sokağa davet edercesine ücretsiz ulaşım haklarının yanmaması için İETT merkezlerine davet ediyor.

“İstanbul’da sahra hastaneleri kurmamız lazım. Spor salonlarını hastane olarak kullanabiliriz” dedikten sonra, kendisine İstanbul’daki en büyük hastanelerden birinin yolunu neden yapmadığı sorulunca, “2017 de yol inşaatını durdurmuşlar” diyebiliyor. Bu kez hastane inşaatına 2017 de başlanmadığı sorulunca “cevap vermek istemediğini” sinirle söyleyip kestirip atıyor.

150 lira dediği kolinin aslında 80-105 arası bir fiyata hazır edilebileceği anlaşılınca sabun ve kolonya ekleniyor. Valilikten basit bir yazı ile alabileceği izni almadan yardım kampanyası başlatıyor, bu engellenince ortalığa “yardım etmem engelleniyor” diye çıkıp feveran ediyor.

Daha komiği İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi için İBB’de pek çok şirketin yönetimini verdiği Murat Ongun çıkıyor bir belediye otobüsüne 50 belediye emekçisini bindiriyor. O 50 kişiden biri hasta ise diğerlerine de bulaşacağından oradan da binlerce kişiye bulaşacağından habersiz ya da haberli (ki bu daha vahim) video çekerek paylaşıyor.

En vahim olaylardan biri ise İBB Mezarlıklar Müdürlüğü'nün İstanbul'da koronavirüs salgınından ölenlerin sayısını Sağlık Bakanlığından farklı açıklaması ve bunu resmi sisteme girmesi. CHP'li vekil eliyle paylaşılan bu bilgi yüzbinlerce insanın ekranına düştükten tam bir gün sonra yerel seçimlerde CHP'den Sultanbeyli Belediye Başkan Adayı olan Mezarlıklar müdürü  o girişi "sehven" yaptıklarını söylüyor. 

Bugün "sehven" koronavirüsten ölenlerin sayısını yanlış giren bir belediye yarın neler yapar takdir sizin. 

Bütün bunları yaparken en azından kendi kamuoyunu etkilemeyi başarıyor. Çünkü Ekrem İmamoğlu’nun başarılı olduğu bir alan varsa o da kendi kitlesini etkilemek. 

Ekrem İmamoğlu, bir örneğini Kanada’da gördüğümüz  “influencer” siyasetçilerin en başarılılarından biri. Kamerayı gördüğü anda içerik üretmeyi iyi başarıyor. 

Gerçeklik ile pek işi yok. İş yapılıyormuş gibi gösterilir ve güzel bir video ile paylaşılırsa mesele bitiyor çünkü.

Ekrem İmamoğlu kameranın kayıt yapmadığını düşündüğü anlarda gerçek yüzünü gösteriyor. Bazen vatandaşı azarlıyor, bazen İBB Meclis üyesine küfür ediyor, bazen valiye it diyor. Tıpkı canlı yayının bitirdiğini düşünüp takipçilerine küfür eden “influencer” fenomenler gibi.  

Çünkü artık pek çok kimsenin gerçek ve hakikat ile bir işi yok. Yalan olduğunu bildiği halde haber paylaşan gazetecilerin muteber olduğu bir dönemdeyiz. Etkileyici içerik üretmekten başka bir derdimiz yok…

Ekrem İmamoğlu ve ekibinin sıkça gündem olan "icraatlarına" devlet otoritesinin bir çeki düzen vermesi gerekiyor. Türkiye'nin en büyük şehrinin, İspanyol Gribi salgınından sonra dünyanın gördüğü en büyük salgınla, böyle bir yerel yönetim tarzıyla başarılı bir mücadele göstermesi pek mümkün görünmüyor. 

Çünkü bir süre sonra şimdiye kadar özetlediğim tavırlarını mumla aratan yeni içeriklerle karşımıza çıkacak.

28 Mart 2020 Cumartesi

Ezikliğinize, kompleksinize hatta kafirliğinize koronavirüsü bahane etmeyin


Çin’in Vuhan kentinde 2019’un son aylarında ortaya çıkan yeni tip Korona virüsü tüm dünyayı esir aldı. Evden çalışabilenler evden çalışıyoruz, işe gitmek zorunda olanlar hiçbir yere dokunmadan günde beş yüz kere yıkayarak, bolca kolanya dökerek, yaşıyoruz.

Dünyanın en müreffeh ülkeleri olarak gösterilen Almanya, İtalya, Fransa, ABD, İspanya, İngiltere gibi ülkelerde yaşananları sinema filminde izlesek “yok artık, abartmışlar” diyebilirdik. Binlerce insan hastalıktan ölüyor, belki binlercesinin de ölümü saklandı. Dünyanın en planlı ülkelerinden biri olduğu söylenen, bizim de öyle bildiğimiz İngiltere resmen döküldü.

UNİCEF, ABD gazeteleri vs. sürekli “elinizi yıkayın, ama sıradan değil, parmak aralarınızı, tırnaklarınızı, bileklerinizi, elinizin dış kısımlarını da yıkayın” diyerek bizde bilemeyenin ayıplandığı, ebeveynlerin çocuklarına ilk öğrettiği şeylerden biri olan el yıkamayı öneriyor.

İspanya’da huzurevinden kaçan görevliler yüzünden ölmüş halde bulunan yaşlılar var. Dünyanın süper gücü ABD’de Teksas Vali Yardımcısı olan kişi “yaşlılarımız ölebilir, ekonomimiz bozulmamalı” dedi.

Herkesin eve girdiği, makarnanın, beyaz unun, elini yıkamanın kıymete bindiği bir ortamı yaşıyoruz.

Sosyal medyada, kafir oldukları her hallerinden belli olanlar ve bu kafirlere karşı imanlı oldukları için ezik hissedenler öyle bir vaziyete büründü ki Koronavirüs geldiği için sanki İslam haşa ve kella ilga oldu. Artık kurallarına uyulacak tek gerçek var! O da bilim. Buna delil olarak da dinsiz imansız kitapsız Çin’in “başarısını” gösteriyorlar.

Oysaki aynı Çin 2019 yılının son aylarında ortaya çıkan virüsü sakladı. Virüsü ortaya çıkartan doktoru tutukladı. Virüsün insandan insana geçtiğini sakladı. Virüs konusunda açıklama yapacak Dünya Sağlık Örgütünü susturdu. Karantinaya aldığı insanların akıbetler konusunda yalan söyledi ve şimdi de dünyaya virüs ile mücadele dersi vermeye çalışıyor. İspanya ve Hollanda'ya yolladığı tıbbi malzemeler hatalı çıktı.

Çin böyleyken İtalya’da virüs başladığında Çinliler ile kaynaşma, öpüşme etkinlikleri düzenlendi. ABD’de Trump “havalar ısınınca her şey düzelir” dedi.

Şu an ABD’de (28.03.2020 Reuters anlık verisine göre) 119.938 vaka var. Tüm dünyada ise bu rakam şu an 656.260.

Medenî ülkelerin birbirlerine gidecek tıbbi malzemeleri çaldığı, modern insanların tuvalet kağıdı için birbirini tekmelediği bir ortamda insanların akıl ve ruh sağlıklarını korumak için dine yönelmeleri oldukça doğaldır.

Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de böyle oldu. Dua ediyoruz, mahzunuz zira iki haftadır Cuma namazı kılamadık. Mahzunuz zira camilerimizde cemaat ile namaz kılamıyoruz. Mahzunuz zira anamızı babamızı görmeye gidemiyoruz. Elimizde de sadece dua etmek kalıyor.

Fakat ne olduysa, bazı Müslümanlıklarından utanan ama bunu açıkça söyleyemeyen yazarlar virüs nedeniyle İslami anlayışımızın da değişmesi gerektiğini iddia ettiler. Tek vazifeleri Ebu Leheb ve Ebu Cehil’in mirasını sürdürmek olan bazı kafir isimlerde “Bakın din diyordunuz, hadi gelsin sizi camileriniz, imamlarınız, dininiz kurtarsın. Bilime tabi olacaksınız” diyerek pandemik salgından bile küfürlerini arttıracak bir şey bulacak kadar nasipsiz olduklarını gösterdiler.

Kafirlere bir şey anlatmanın gereği yok. Onlar İslam’a dair ne görseler kudurmuş köpek gibi agresifleşiyorlar.

Fakat her olayda İslam’ı suçlu, aciz ya da çağdışı görmeye hazır ezik, kompleksi, Müslümanlıklarından utanan “Müslüman” kitlenin durumu çok daha vahim.

Bu Müslümanlıklarından utanan bazen de saklayan kitlenin tek vasfı vardır: “Eskiden Müslüman mahallesinde yer almaları”. Bu Mehmet Bekaroğlu için de böyledir, Levent Gültekin için de böyledir. Misal şimdilerde Müslümanlara ne kadar “ahmak ve cahil” olduğunu anlatan büyük mütefekkirimiz Dücane Cündioğlu vaktiyle Kelam dersi vermiş olmasa, Cemil Meriç üzerine çalışmasa, Elmalı Hamdi Yazır’ın mealini neşretmese yaranmaya çalıştığı zümrede kimse tarafından ciddiye alınmaz.

Mesela Karar gazetesinde yıllardır “Müslümanlar olarak Allah bizim belamızı versin, bakın Avrupa ne kadar güzel ve demokrat” minvalinde yazılar yazan Mehmet Ocaktan Müslüman mahallesinden gelmese kim onu ciddiye alır?

Yemeğim tuzlu oldu İslam’ın reforma ihtiyaca var

Aslında Müslümanlığıyla sorunu olanlar için Koronavirüs vakası ilk değil. AK Parti iktidarının hatası yüzünden İslam’dan soğuyanlar, 15 Temmuz olduğu için DEİST olanlar, İphone’u Müslüman biri çıkarmadığı için İslam’a küsenler, dans edemediği için ateist olan, camide namaz kılarak “safları sıklaştırın cemaat” derken suratı asık olduğu için artık camiye gelmeyenler ne ararsanız var memleketimizde.

Bu kalıpların en güzeli ise “İslam dünyasının içinde bulunduğu durum”dan ötürü İslam’dan soğuyanlar olması. İslam çünkü onlara Müslüman olduklarında “bir yazlık bir kışlık bir de baharlık yurt, 10 tane farklı araba, sağlıklı vücut, vs ne istiyorlarsa onu” vaat ediyordu bu dünyada.

Sanki İman ettiğimiz için haşa ve kella Allah bize borçlu oluyor. Halbuki imanı bize lütfettiği için malımızı, canımızı Allah yolunda harcasak şükrümüzü ifa edebilir miyiz belli değil. E öyleyse Çin’de en iyi ihtimalle yarasa yendiği için dünyaya musallat olan bir bela yüzünden İslam’ı, Müslümanları, Duayı suçlamanın mantığı nedir?

Taptığınız bilim çareyi buldu mu? Hayır? Haram helal dairesi gözetilse bu salgın çıkar mıydı? Hayır. Hastalıktan korunmak için ne öneriliyor? Hz. Muhammed (S.A.S)’in “salgın olan yere girmeyin, salgın olan yerden çıkmayın” emri ve imanı tamamlayan temizlik. Tedavi için ilaç bulunsa bunu kullanmakta İslami açıdan bir sıkıntı var mı? Yok. 

Bizler, zenginliğe, fakirliğe, sağlığa, hastalığa, gençliğe, yaşlılığa birer imtihan olarak bakarız. Zenginken, sağlıklıyken ve gençken şükrümüzü eda etmeyi, fakirken, hastayken ve yaşlıyken sabredenlerden olmayı amaçlarız. 

Bakın yazıyı bitirene kadar vaka sayısı 658 519 oldu. Yani 2259 kişi daha hastalar arasında yer alıyor.

Öyleyse dua edelim de Allah bu belayı tez zamanda üzerimizden def etsin. Dua edelim de bu işin tedavisiyle uğraşan doktor ve araştırmacıların kalplerine ilham versin ki şifa olacak ilacı bulsun. Dua edelim ki bu hastalığın şifasını bulacak olanları insanları sömürmesin. Dua edelim ki Allah bize bu belayı verirse sabredenlerden olalım.









16 Ocak 2020 Perşembe

Aman mezhepleri yakınlaştıralım araya boşluk girmesin



Adı İslam coğrafyasında kan ve gözyaşıyla anılan Kasım Süleymani’nin ölümüne haliyle sevinen biz Müslümanları eleştiren, Şiiler ile Sünniler arasında bir fark olmadığını iddia edenler oldu. İslam dünyasının içinde bulunduğu durum nedeniyle mezhep farklılıklarını konuşmanın zamanı olmadığı, büyük şeytan ABD ve İsrail’e karşı Müslümanların bir olması gerektiği konuşuldu yazıldı. 


Önce birkaç gerçeği tekrar tekrar hatırlatmakta fayda var.

1-Kasım Süleymani klasik anlamda bir ordu komutanı değil resmi paramiliter bir teşkilat olan "Kudüs Gücünün" komutanıdır.

2- Kudüs Gücünün Kudüs ile tek bağı isminde Kudüs geçmesidir.

3- Süleymani'nin hizmet ettiği İran Şii Devleti, ABD'ye Irak ve Afganistan işgalinde destek vermiştir. Bu bir komplo teorisi değil, bizzat İran'ın eski Cumhurbaşkanları Mahmud Ahmedinejat ve Muhammed Hatemi'nin ifadesidir.

4- Kasım Süleymani terör örgütü PKK'yı Türkiye'ye yönelik saldırılarında cesaretlendirmiş, Suriye'deki faaliyetlerine açık destek vermiştir.

5- Kasım Süleymani, Afganistan ve Pakistan’da kurduğu bürolar aracılığıyla Şiileri alıp Suriye’de katliam yaptıran bir savaş suçlusudur. Hatta bunlar arasında çocuk yaşta olanlar dahi vardır.

6-“ İslam dünyasının içinde bulunduğu durumun” ABD kadar sorumlularından biri İran’dır. Suriye, Irak, Yemen, Afganistan, Pakistan, Lübnan ve hatta İran’da yaşananlar bunun en büyük delilidir. Kasım Süleymani'nin başında olduğu teröristlerin öldürdüğü Musullu masumların cesetleri halen yıkılmış binaların enkazında çürümektedir. Doğu Guta'da Kasım Süleymani'nin denetimindeki teröristlerin baskıları nedeniyle insanlar kedi ve fare yemek zorunda kalmıştır. (örnekleri bir kitap hacminde çoğaltmak mümkün)


Musul'da Kasım Süleymani'nin yönettiği Şii milislerin işkence ettiği Musullular'dan biri. 


Hal böyleyken sanki İran’ın “Ümmetin birlikteliği” gibi bir derdi varmış da biz Müslümanlar, “tarihsel meseleleri sürekli kaşıyormuşuz gibi” gevrek gevrek konuşmanın hâlâ muteber kabul edilmesi Türkiye’deki vahim tabloyu göstermektedir.

Şia ile Ehli Sünnet ve-l Cemaat arasındaki ihtilaf söylendiği gibi Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dan (A.S) sonra kimin halife olacağı konusundaki anlaşmazlık değildir. Meseleyi anlatanlar bildikleri halde, sanki “Şia Hz. Ali’nin Halife olmasını istiyordu, Sünniler de Hz. Ebubekir’in halife olmasını istiyordu, başka bir konuda ihtilaf içine düşmediler. “ gibi yaklaşıma girmek kolaycılıktır.

Şia kaynaklarında İmamet, bir iman meselesidir. 

Şia’nın Kutsal Hadis kitapları (Kütüb-i erbaa) arasında yer alan Kuleyni’nin El Kafi’sinden örnekler verelim:

Musa Kazım Hazretlerinin söylediği iddia edilen

 “Allah'ın kulları üzerindeki hücceti (kanıtı) ancak imamın varlığı ve tanınması ile gerçekleşmiş olur.”

Muhammed Bakır Hazretlerinin söylediği iddia edilen;

“Eğer imamın varlığı ortadan kaldırılsa, yeryüzü bir saat geçmez denizin içindekilerini dalgaya tuttuğu gibi üstündekilerini dalga dalga sarsar.”

Devam edelim, sıradaki rivayet Muhammed Bakır veya Cafer Sadık hazretlerine atfedilen;

“Kişi (kul) Allah'ı, Resulünü, bütün imamları ve zamanının imamını tanımadan, meselelerini zamanın imamına götürmeden ve verdiği karara teslim olmadan gerçek mü'min olamaz.”

Son olarak Caferi Sadık hazretlerinin söylediği iddia edilen şu rivayeti de ekleyip Kuleyni’de Ehli Beyt’e atfedilen yalan sözleri sonlandırayım.

“Musa (aleyhisselâm)’ın levhaları bizim yanımızdadır. Musa'nın asası bizim yanımızdadır. Biz, nebilerin mirasçılarıyız.”

Birkaç örnekle anlatmaya çalıştığım bu rivayetlerin olduğu tercümeyi Vahdettin İnce’nin tercüme ettiği son gözden geçireninse şimdilerde Kasım Süleymani’nin ne denli mübarek bir zat olduğunu anlatan Hüseyin Hatemi olduğunu söyleyeyim mesele daha iyi anlaşılsın.

Aradaki ihtilaflar bunlarla sınırlı mı? Elbette hayır. Humus, Mut’a, nikah şartları, mülk edinme (Şia’ya göre dünya mülkü İmama aittir. İmamın tasarrufu altında diğer insanlar bunu kullanabilir. Kullanma şartlarından en birincisi Şii olmak. Olmayansa işgalci ve onun malının bir hükmü yoktur. Suriye ve Irak’ta yıkılan binaları, harap edilen tarım arazilerini, bir de böyle düşünün)

İmamet meselesi Şia’da o kadar önemlidir ki Peygamber efendimizin bile bu konuda söz söyleme (haşa) hakkı yoktur. Zira bu (haşa) Allah’ın tayin ettiği bir durumdur.

Diyelim ki Şia’da bu konuda uzlaştık. Ne de olsa Hz. Hüseyin’in (R.A.) evlatlarının ümmetin faziletli insanları olduğu konusunda Ehli Sünnet’in de ittifakı vardır.

Fakat tam burada 11. İmam Hasan Askeri’nin doğmamış oğlu İmam Mehdi’yi nereye koyacağız? Zira erken dönem Şii kaynakları Hasan Askeri’nin vefatı sonrası bir oğlu olmadığını yazıyordu. İçine girdiği krizden kurtulmak için Hasan Askeri’ye bir oğlu tayin etmek ve onunda Gaybet’e gittiğinin açıklamasıyla bir çıkış yolu buldular.

İran Devrim Rehberi Hamaney, şu an Hasan Askeri’nin olmayan oğlu adına İran’ı yönetmekte.  Humeyni, kimsenin görmediği Hasan Askeri’nin oğlu Mehdi  (şia kaynaklarında Naibler ve büyük Şii âlimlere tevki vermesi dışında Mehdi’nin sadece Naiplere Humus ve Zekât vermeye yanaşmayan Şii bir topluluğa göründüğü iddia edilir) adına İran’da devletin sahibi oldu. 

Şimdilerde sesi soluğu pek çıkmasa da Irak siyasetini yöneten Taklidi Merci Ayetullah Ali Sistani bu Mehdi adına ABD’den yüz milyonlarca dolar aldı. (Ahir zaman alametleri arasında yer alan Mehdi’nin geleceğini inkar etmiyorum. İnkâr ettiğim Şia’da yaşadığı iddia edilen Mehdi)

Daha dini meselelerin yarısına bile gelmediğimiz durumda meseleler içinden çıkılmaz bir boyuta geldi. Ashabı Kiram’ı tekfir etmelerini, Hz. Aişe annemize attıkları iftirayı saymıyorum.(arada sadece bu ihtilaf olsa bile yeter de artar bence) Şia’nın kurucu alimlerinden Şeyh Müfid, Şeyh Tusi, Allame Hilli gibi isimlerde var olan Ehli Sünnet ve Türk düşmanlıklarına da hiç girmeyelim. 

Meseleyi tamamen siyasi bir düzlemde ele alalım.

İran bizim siyaseten dostumuz mudur?

Türkiye ve Brezilya’nın 2010 yılında İran’la imzaladığı uranyum takas anlaşmasının üzerinden sanki yüzyıllar geçmiş gibi değil mi? Bu olayın ardından İran Türkiye aleyhine neler yaptı bir bakalım:

PKK'yı Türkiye'ye karşı cesaretlendirdiler

Terör örgütünün kendi ülkesindeki uzantısı olan PJAK’a büyük operasyonlar düzenleyen İran’ın birden bire PJAK ile ateşkes ilan ettiği haberi herkesi şaşırtmıştı. PJAK ile anlaşan İran, Türkiye’nin PKK ile anlaşmasının önündeki en büyük engel olarak ortaya çıktı. Kandil’e kadar gidip PKK’lı elebaşlarına güvence veren İranlı komutanların Suriye’deki yeni durumdan PKK’nın faydalanacağını vaat etmeleri haberlere konu olmuştu. Suriye’de yapılanan PKK’ya maaş desteğini uzunca bir süre Suriye’deki Esed rejimi yani dolaylı olarak İran verdi.

Suriye ve Irak

Suriye’de başlayan sokak hareketleri İran’ın büyük tepkisini çekmiş, İran Esed’den yana tercihini kullanmıştı. (Suriye’de hâkim olan Nusayriliğin kurucusu İbn Nusayr, Şiiler tarafından yalancılıkla ve küfürle suçlanmıştır) Öyle ki Mısır’ın şehit devlet başkanı Muhammed Mursi’nin İran’daki Bağlantısızlar Hareketi toplantısındaki konuşmasını bile sansürlemişti.

İran tam tersini yapsa ne olurdu? Bir an için bu sorunun cevabını arayalım. Suriye’de halk hareketleri başlamış, Esed Rejimi katliam ile cevap veriyor ve İran Türkiye ile birlikte Esed’i durdurmaya çalışıyor. Esed devlet başkanlığını bırakıyor ve geçiş dönemi Türkiye ve İran’ın gözetiminde kansız geçiyor. İran’ın İslam ümmeti nezdindeki prestiji nasıl olurdu?

Daha da geriye gidelim. 2003 yılı ABD, Irak’ı işgal ediyor. Taklidi Merci Ayetullah Ali Sistani, Mehdi zuhur etmediği için Şiiler üzerine cihadın farz olmadığını açıklamış. Hemen akabinde Hamaney, yanına Haşimi Rafsancani, Muhammed Hatemi ve o sırada İran’da bulunan Muhammed Bakır El Hekim’i alarak Sistani’nin fetvasının geçersiz olduğunu açıklıyor ve Şiileri ABD’ye karşı Cihada çağırıyor. 

Yukarıdaki iki paragraf bir hayal olarak kaldı. İran, ABD ile birlikte Irak’ı işgal etti. Bağdat başta olmak üzere Sünnilerin yaşadığı pek çok kentte yapılan işkence ve zorunlu göçlerle bu şehirlerin demografik yapısı değiştirildi.

Şimdilerse İran karşıtı Iraklı Şii din adamı olarak gösterilen Mukteda Sadr, ABD ile arası bozulunca uzunca bir süre İran’da yaşadı. Halen İran karşıtı protestoları organize eden adam olarak İran’ın Kum kentinde dini eğitim alıyor. Hamaney’in dizinin dibinden ayrılmıyor ama Irak karşıtı.

İran Irak işgalinde ABD’nin yanında durmasının mükâfatını fazlasıyla aldı. Kerbela’da 2016 yılında İranlılar Hacı oldu. İran bütün bunları yaparken, Türkiye ne zaman Irak’la ilgilense bunu engelledi. Bunu kimi zaman Maliki gibi isimlerle, kimi zaman Haşdi Şabi gibi yamyamları aracılığıyla kimi zaman da bölgedeki halkı kullanarak yaptı.

Suriye’de başından beri Esed’i destekleyen İran, bir yandan Afganistan ve Pakistan’dan devşirdiği militanlarını Suriye cephesine sürerken diğer yandan medyası aracılığıyla Türkiye’nin teröre destek verdiğini iddia etti. Türkiye’deki uzantıları aracılığıyla bu iftirasını destekleyen İran,  Halep’i işgal ettiğinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı açıkça hedef aldı.  Halep düştükten sonraysa tam tersi yayınlarla Erdoğan’ın Halep konusunda kendilerine yol verdiğini iddia etti.
İran’ın Türkiye düşmanlığı bununla sınırlı kalmadı. Fırat Kalkanı Harekatı DEAŞ’a karşı olmasına rağmen İran tepki gösterdi. Afrin Harekâtı sırasında en büyük tepkiyi gösterenlerden biri İran ve medyasıydı. Pek çok yalan haber İran medyası aracılığı ile dolaşıma sokuldu. Afrin düşerken İran’ın emrindeki Şii milisler PKK’ya yardıma gitti.  Barış Pınarı Harekâtı’nda İran’ın tepkisi o kadar abartılıydı ki Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkça İran’ı uyardı.

İran’ın yaptığı en büyük kahpeliklerden biriyse Allah’ın izni keremiyle boşa çıktı. İran’da yapılan İdlib konulu Astana buluşmasında İran, heyetler arası özel konuşmayı canlı yayına açtı. Bunu yaptığından ne Erdoğan’ın ne de Putin’in haberi vardı. 

Amaç, Erdoğan’ın İdlib’e askeri müdahaleye onay verdiğini (askeri müdahale dediğime bakmayın katliam, bildiğin dümdüz sivil katliamı) canlı yayında göstermekti. Erdoğan’sa insanüstü bir gayretle muhataplarını ikna etmeye çalıştı. Ruhani’nin suratı canlı yayından haberdar olduğunu gösteriyordu.

Hal böyleyken Vahdet’ten, İran düşerse Türkiye’nin düşmesinden bahsedenler bizim bilmediğimiz neyi biliyorlar ki bu iddiada bulunuyorlar merak ediyorum?