Pinperest

24 Ekim 2014 Cuma

Alın Verin Ekonomiye 'Can' Verin

Balyozu, katsayı, istifa mı edeceği yoksa darbe mi yapacağı merak edilen generalleri, milli takımın başına kimin geçeceği, Hıncal Uluç’un bir gün Galatasaray teknik direktörünü beğenip beğenmeyeceğini tartışaduralım; Balıkesir den bir haber geldi. Madende grizu patlaması oldu ve 13 işçi yaşamını yitirdi.

Bu patlamaya, bütün haber kanalları, internet siteleri, gazeteler, iktidar, hükümet, muhalefet; hiç kimse, İbrahim Fırtına’nın uçaktaki içli hali kadar önem vermedi. Oysa daha iki ay önce, Aralık ayının on birinde, Bursa’da başka bir maden ocağında patlama olmuş, 17 maden işçisi hayatını kaybetmişti. Sadece iki ayda maden kazalarında ölen işçisi sayısı 30.

Siyasete atılırken Hz. Ömer’in “Bir kurt kuzuyu kapsa bunun hesabı Ömer’den sorulur” sözünü söyleyenler ne hikmetse bütün bu kazalardan sonra “merhumlara rahmet, kederli ailelerine metanet” dileğinden başka bir şey demediler. Tabi haklarını yemeyelim, bakanlar olay yerine gidiyor, yetkililerden bilgi alıyor, üstüne bir de ailelere tazminat ödüyor (en son enerji bakanımız çok üzülmüş mesela ölenlerin ailelerine 10’ar bin lira yardımda bulunacaklarmış). Hatta incelemeler sonucunda gerekli önlemleri alacaklarını, Başbakan sürekli tekrarlıyor. ”Alınan önlemlerin” yeterli olup olmadığına, Tuzla, Bursa, Balıkesir, Davutpaşa kazalarına bakıp karar verebiliriz.

Müslüman toplumun iş kazalarına göstermediği tepki, bir süredir tartışılan değişimi gösteriyor. Artık Milliyet Gazetesi'nin yenisahibinin kim olacağı, alışveriş merkezlerinin şehir dışına taşınması, ekonominin ne kadar iyiye gittiğinden bahsetmek ‘dava’ olmuş durumda…

Müslüman duyarlılığına sahip olduğu söylenen kanallar ise, olayı, üzerinde suç şüphesi bulunan askerlere bağlayarak bilâkaydüşart destekledikleri hükümetin üzerindeki sorumluluğu almaya çalışıyor; Kendini içler acısı bir rezilliğe sürüklemesi de cabası.

Hükümet iş kazalarına üzülmeyi bize bırakıp gereken önlemleri almakta geciktikçe ölen ve ölecek her işçinin sorumluğuyla baş başa kalacaktır. Neden daha önce de onlarca kişiye mezar olan bu madende aynı kaza (kaza mı yoksa cinayet mi olduğunu size bırakıyorum) tekrarlanmıştır.

Bir süre önce ekranlarda ekonomi yazarları, işadamları, bilim adamlarının olduğu bir reklam döndü. Ekonomik krizin etkilerini minimize etmek adına, alışveriş yapılarak ekonomiye can verilmesi isteniyordu. İnsan sormadan edemiyor; bu insanlar “ekonomi tanrısına” ‘can vermek’ için mi ölüyor?




(25.02.2010 tarihinde Habersahifesi için yazdığım ilk köşe yazısı. Dört buçuk sene içinde katettiğimiz mesafe müthiş değil mi? )



Teşekkür: Yaptığı tashih için Ömer Şarlak’a teşekkür ederim 

25 Eylül 2014 Perşembe

Türkiye Kıbrıs'ı nasıl görüyorsa İran da Suriye'yi öyle görüyor

Ortadoğu'da meydana gelen herhangi bir hadisede ilk baktığım kaynaklardan biri Taha abidir. Hamasete kapılmadan ortalıkta dolaşan haberlerin doğrusunu yazar. Onu ilk USA Sabah'ta çıkan yazılarından tanıdım. 1980 Anamur doğumlu Nazmi Taha Kılınç, önce Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesini sonra İstanbul İlahiyatı bitirdi. Bir çok dergide yazıları çıktı. Ortadoğu'dan Notlar, Söylemesem Olmazdı, Şam Kitabı Yeryüzü Mektupları, 365 Günde Peygamberimin Arkadaşları, Çocuk Ansiklopedisi, Eski İstanbul Fotoğrafları, Ali Emirinin İzinde  kitaplarını yazdı. İngilizce, Almanca, Arapça ve İbranice biliyor. Ayrıca Sabah Gazetesi Dış Haberler Müdürü.

Taha Kılınç Ağabey’le IŞİD’den İran’a, Suriye’den Kral Faysal’a kadar bölgemizi ve bizi konuştuk. Yoğun mesaisine rağmen beni kırmayıp sorularımı cevapladığı için çok teşekkür ediyorum. 

1-Nereden çıktı bu IŞİD?

IŞİD’in çıkış noktasını doğru şekilde tahlil edebilmek için, 2003’teki Irak işgali sonrasında ABD’nin Irak’ta nasıl bir yönetim sergilediğini hatırlamak gerekir. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra oluşturulan politik arenada, ülkenin eski hâkim gücü olan Sünniler tamamen dışlandı. Bunda İran’ın etkisiyle hareket eden Şii siyasal yapının bilerek attığı adımların etkisi kadar, Sünnilerin kendi basiretsizlikleri de yol oynadı. IŞİD, temelinde Selefi karakter taşımasına rağmen, eski Baasçıları da içine alan büyük bir muhalefet koalisyonu olarak sahneye çıktı. Irak içinde kolaylıkla ilerleyebilmesi de yerel unsurlarla yaptığı işbirliği sayesinde mümkün olabildi.

2- El Kaide yerini İŞİD’e mi bırakıyor?

El Kaide ve IŞİD, farklı siyasal ve sosyal tabanlara hitap ettiği için, iki örgütten birinin diğerinin yerini alabilmesi bence imkânsız. Kısmi yakınlaşmalardan ya da katılımlardan belki söz edilebilir. Zaten biz İslâm dünyası olarak amip usulü bölünmeyi çok sevdiğimiz için, bırakın birinin yerini diğerine bırakmasını, bunlardan yeni yeni örgütler de çıkacaktır.    

3- Amerika ve müttefiklerinin İŞİD operasyonu hangi sonuçlar doğurur?

Prensip olarak şu gözlemimi paylaşayım: ABD, işgal ve yayılma stratejisini uygularken, ele geçirdiği ya da tesir ettiği bölgelerdeki halkları tanımama ve onların isteğine aykırı politikaları dayatma yanlışlarını sürekli tekrarladı. Bu bağlamda, İngiliz tipi kolonyalizmle Fransız tipi kolonyalizm arasında bir benzetme yapacak olursak, ABD’nin örneği ikincisine benziyor. İngiltere, işgal ettiği topraklardan çoğu defa sağlam bir siyasal düzen kurarak ve günün birinde geri döndüğünde güzellikle karşılanacağı hatıralar bırakarak ayrılmıştır. Bugün Hindistan’dan Cebelitarık’a kadar, İngiliz yöneticilerinin “yuhalanacağı” bir eski sömürge yoktur. Hepsinde de onur konuğu olarak ağırlanırlar. Halklardaki reaksiyon da yaklaşık olarak böyledir. ABD ise daha şimdiden acılarla ve trajedilerle hatırlanıyor. Bu bağlamda, ABD’nin bölgeye düzenlediği askeri operasyonlar, orta ve uzun vadede kin ve nefretten başka bir şey sağlamayacaktır. Kaldı ki, IŞİD operasyonlarında, sahadaki rahatsızlıkların kaynağı kurutulmadan tepeden bomba yağdırılmakta, siyasal-sosyoloji yine ıskalanmaktadır.       

4- Suriye’de muhalefetin kazanma şansı var mı?

İki soru var: “Hangi muhalefet?” ve “Kazanmaktan kastımız nedir?” Suriye’de iki türlü muhalefet var. Birincisi “salon muhalefeti” dediğimiz, yurtdışındaki lüks otellerin lobilerinde ve Batı başkentlerinde iş kotarmaya çalışan, Suriye’deki sorunlardan kopuk ekipler. İkincisi ise sahada bizzat çarpışan, Beşşar Esed rejiminin bütün kahrını çeken kesim. Bu iki muhalefet grubu arasında, uzlaştırılması mümkün olmayan farklılıklar ve ayrışmalar var. Eğer bir kazanmadan söz edeceksek, rejime karşı örgütlü ve yekvücut bir muhalif yapı var olmak zorunda. Bu ise şimdilik mümkün görünmüyor. Kazanma kavramı da, dünyevi ölçüler içinde söz edilecekse, şu anda herhalde en çok Esed’e ve onun müttefikleri İran’la Rusya’ya yaklaşıyor. ABD bile, IŞİD’i vurma görüntüsü altında Suriye’yi Esed’in muhaliflerinden temizleme gayretinde.   

5-  Türkiye Suriye meselesinde nasıl davrandı/davranmalıydı?

Türkiye, Suriye krizinde gücünün yettiği ve aklının erdiği bütün adımları cesaretle ve sonuna kadar attı. Meseleyi okuma boyutunda bazı eksiklerden söz edilebilir, ama başka bir hükümet ya da siyasi anlayış olsaydı Suriye’deki kriz daha kolay atlatılamayabilirdi. Çünkü Türkiye’nin Suriye meselesinde yaptığı yanlışlar, bir siyasi parti kadrosunun basiretsizliğinden çok, topyekûn bir ülkenin başka bir ülkeye bakışındaki sakatlıklardan kaynaklanıyor. Esed’in ne kadar zamanda düşeceğinden mülteci krizinde verdiğimiz sınavın derecesine kadar birçok meselede millet olarak tamamlamamız gereken birçok eksikliğin bulunduğunu gördük. Bu eksikler sadece bir siyasi partiye mal edilemez. “Aydın kesim” deseniz, bir grup Esed-İran çizgisinde yer aldı, öbür grup -biraz da onlara tepkiyle- Suriye’deki sürecin “İslâmi bir kıyam” olduğunda ısrar etti. Meseleyi kendi saplantılarından uzakta, “Ne oluyorsa o, biz kendimizden bir şey katmadan vakıayı anlayalım” mantığıyla tahlil edenler çok azınlıkta kaldı maalesef.      

6- İran Suriye’den vazgeçer mi? (nasıl vazgeçer)

Hâlid Meşal’in, özel bir sohbette bizzat kendisinden dinlediğim bir sözünü aktarıp bir de soru sorayım: “Türkiye Kıbrıs’ı nasıl görüyorsa, İran da Suriye’yi öyle görüyor.” Sorum da şu: “Türkiye, Kıbrıs’tan vazgeçer mi?” Türkiye ne zaman Kıbrıs’tan vazgeçerse, İran da Suriye’den o zaman vazgeçer.  

7-İran’ın Batıyla yakınlaşması devam eder mi?

İran’ın Batı’yla yakınlaşması aşk-nefret ilişkisine benzer bir seyir arz ediyor. Batı, bölgeyi ilgilendiren bütün kritik dönemeçlerde İran’ın mutlaka dahlinin olduğunu ve olması gerektiğini çok iyi biliyor. Zaman zaman İran’dan yardım da istiyor. Bunun örneklerini Afganistan ve Irak’ın işgal süreçlerinde yakinen gördük. İran, Ortadoğu’da görmezden gelinemeyecek ve ihmal edilemeyecek kadar önemli bir ülke. Dünyanın süper güçleri, İran’ı “kontrol edilemez, haylaz bir çocuk” olarak görüp, ona dönemsel cezalar vermekle yetiniyor. İran da bunun farkında ve sahip olduğu tabii ve ideolojik kaynaklar eşliğinde, kendi ajandasını tatbike devam ediyor. İran şunu hiç unutmamanın rahatlığı içinde: Hiçbir baba, çocuğunu haylaz diye tutup öldürmez.    

8- Arap ülkeleri ne zaman Kral Faysal gibi liderler tarafından yönetilecek?

Rahmetli Kral Faysal, İslâm dünyasının son 150 yılda gördüğü birkaç tane salih ve güzel yöneticiden biriydi. 11 yıl süren iktidarı boyunca, Müslümanların derdiyle dertlendiğine, sadece dertlenmekle de kalmayıp fiili ıslaha da giriştiğine şahitlik ederiz. Faysal’ın, İsrail’in şımarık tavrı nedeniyle Batılı ülkelere karşı başlattığı petrol ambargosu, 25 Mart 1975’te kendi sarayında öz yeğeni tarafından öldürülmesine neden oldu. Bugün her Arap yöneticinin gözünün önünde bu suikastın kanlı sahnesi vardır. İçinde bulunduğumuz kahredici çaresizlik ve acz halinin sona ermesi ve İslâm dünyasının yeni Faysal’lar çıkarabilmesi için, herhalde ilk önce onurlu bir ölümü onursuz yaşamlara tercih etmeye hazır siyasal kadrolar yetiştirmemiz gerekiyor.      

9-Yeni bir kitap hazırlığı var mı?

30 yaşıma 7 kitap yayımlamış bir insan olarak girdikten sonra, biraz durmam, düşünmem ve çok daha fazla okumam gerektiğini fark ettim. Yayınevlerinden hâlâ teklifler ve proje önerileri geliyor, ama hepsini “Ah, hiç vaktim yok ki” diyerek reddediyorum. Çünkü çok fazla yazan-çizen, yorumlayan ve konuşan insan olduğunu düşünüyorum. Yaş ilerliyor, ömür azalıyor, okumak en iyi anlama ve anlatma yolu gibi geliyor. Ama bütün bunları söyledikten sonra, günün birinde yeni kitaplarımın yayımlandığını görenler olursa, karşı koyamayacağım bir baskıyla karşılaştığımı ya da mutlaka yazmam icap eden bir durumun oluştuğunu düşünsünler inşallah.     

10-Türkiye’de dış politika haberciliğini nasıl görüyorsun?

Türkiye’nin her şeyi kendisine benziyor. “Köprü ülke” olduğumuzdan, insanlar, olaylar ve fikirler de üzerimizden akıp geçiyor. Köprüde yatıp konaklamazsınız, onu sadece geçmek için kullanırsınız. İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” deyişinde olduğu gibi, coğrafyamız bizim karakterimizde, fikir ve düşünce hayatımızda biteviye bir “geçiş hali” olarak tecelli etmiş maalesef. Dış politika haberciliği de bu genel çerçeve içine oturuyor. Derinlik, istikrar, insaf ve bilgi henüz dış politika haberciliğinin çok uzağında duruyor.      

 

24 Temmuz 2014 Perşembe

Kahraman Liberaller, Korkak Müslümanlar

Bu yıl 28 Şubat'ı anma ve yaşatma bayramı tahminimizden fazla sürdü. Galiba ülke olarak ihtiyarlıyoruz, eskisi gibi üç günde gündem tüketip yeni bir gündeme yelken açma kalmadı artık. Aslında bir olayı uzun uzun tartışmak iyi oluyor. Herkes eteğindeki taşları döküyor, saflar sıkılaşıyor.

28 Şubat tartışmalarının merkezine bu yıl "rövanşizm" oturdu. 28 Şubat darbesinin işbirlikçilerinin yargılanması gerektiğini söyleyenler, rövanşist olmakla suçlandı. Nazlı Ilıcak ve Ahmet Hakan bunu daha üstüruplu bir dille ifade etmeye çalışırken, Yıldıray Oğur "Korkaksınız siz" başlıklı yazısında "28 Şubat'ta Müslümanlar korktu, liberaller sizi destekledi, şimdi ne hakla onları eleştiriyorsunuz?" demeyi tercih etti.

 Yazıyı okuduğunuzda, 28 Şubat'a Kavakçı'nın yanında duran Ilıcak ile onu programında ağırlayan Ahmet Hakan'dan mülhem "müdâfa-ı hukuk cemiyeti"nin şanlı bir direniş sergileyerek karşı çıktığını düşünebilirsiniz. Oğur'un ifadesiyle; "28 Şubat'ın rövanşına talip olanlara, arşiv karıştırıp racon kesenlere sormak hakkımız: Peki o günlerde siz ne yaptınız? Tabii korkmaktan başka..."

Ertuğrul Kürkçü veya Sevilay Yükselir söz konusu olduğunda "arşiv karıştırıp racon kesmekten" imtina etmeyen Oğur gibi biz de arşivi hakem kılıp, Kavakçı'nın Meclis'e girmesinden, yani 1 Mayıs 1999 tarihinden önce ve sonra olanlara (MAZLUMDER'in hazırladığı "Türkiye'de ve Dünyada  Başörtüsü Yasağı Kronolojisi" ile Pınar Yayınları'ndan çıkan "28 Şubat: BinYılın Sonu" isimli çalışmalardan yararlanarak) bir bakalım.

KRONOLOJİK BİR HATIRLATMA

1 Ağustos 1997: 8 Yıllık kesintisiz eğitimi protesto etmek için Cuma namazı çıkışı eylem yapan gruba polis müdahale etti.

9 Ekim 1997: Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe'ye

10 Kasım'da söyledikleri nedeniyle 1 yıl hapis cezası verildi.

15 Aralık 1997: Atatürk ilke ve inkılaplarına uymadığı gerekçesiyle Kırıkkale Üniversitesi Rektörü Beşir Atalay görevden alındı.

16 Ocak 1998: Refah Partisi kapatıldı. Necmettin Erbakan ve altı partiliye, beş yıl siyaset yasağı getirildi.

2 Nisan 1998: İçişleri Bakanlığı, irticai faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle 300 belediye başkanı hakkında soruşturma başlattı.

16 Nisan 1998: Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, MÜSİAD üyesi 17 işadamını gözaltına aldı.

21 Nisan 1998: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 10 ay hapis cezası aldı.

24 Mayıs 1998: İslami vakıfların yöneticilerinin evleri basıldı. Ankara DGM, MÜSİAD'a kapatma davası açtı.

3 Haziran 1998: İstanbul Üniversitesi yönetimi, Doç. Dr. Sevgi Kurtulmuş'u başörtülü olduğu gerekçesiyle ihraç etti.

11 Ekim1998: Bütün Türkiye'de yüz binlerce insan başörtüsü yasağını "İnanca Saygı ve Düşünce Özgürlüğü için El Ele" eylemiyle protesto etti. Polis müdahalesi sonrası 600 kişi gözaltına alındı.  Gözaltına alınanlar arasında, Ahmet Taşgetiren, Abdurrahman Dilipak ve Milli Gazete Yazı İşleri Müdürü Ekrem Kızıltaş da vardı. Eyleme katıldığı için Van 100. Yıl Üniversitesi Dekanı Prof. Dursun Odabaşı dekanlıktan attı.

Şimdi de Kavakçı'nın Meclis'e girmesine iki ay kala yaşananlara bakalım:

16 Mart 1999: Ankara DGM, kapatılan Refah Partisi milletvekilleri Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz ve Hasan Hüseyin Ceylan'ın idamını istedi.

22 Mart 1999: Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, Fazilet Partisi'nin kapatılması istemiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurdu.

3 Nisan 1999: Ankara DGM, Necmettin Erbakan, Oğuzhan Asiltürk, Şevket Kazan, Zeki Ergezen ve Ömer Vehbi Hatipoğlu için idam istemiyle fezleke hazırladı.

Elbette yaşananlar sadece bunlardan ibaret değildi. Yıldıray Oğur isterse, ona kişisel 28 Şubat maceramı da anlatabilirim. İmam Hatip Lisesi'nde öğrenciyken yaşadıklarımızı, gittiğimiz sohbetlerde fişlenmelerimizi, okulumuza gelen tehdit telefonlarını, okuldan atılan başörtülü öğretmenlerimizin dik duruşlarını anlatabilirim. Ya da Kâzım Karabekir ve Küçükköy İmam Hatip Liseleri'ne gönderilen keskin nişancılardan bahsedebilirim. Ya da sohbetine gittiğimiz bir âlimin saçma sapan bir nedenle tutuklanmaya çalışılmasını, ailesinin medyada afişe edilmesini...

BİRAZ DA BEN SORU SORAYIM

Bu noktada, Müslümanları hizaya çekmeye alışık olan Oğur'a birkaç soru yöneltmek haddimiz midir bilemiyorum ama aklımdakileri paylaşmak isterim:

1. 28 Şubat'ta İslami kesimi ve özellikle Fazilet Partisi mensuplarını, Kavakçı'nın ardına gizlenerek "korkaklıkla" suçlayan Oğur, acaba ne yapılmasını bekliyordu? Üyeleri idamla yargılanan, partisi daha önce defalarca olduğu gibi kapatmanın eşiğine getirilmiş olan Fazilet Partilileri "korkaklıkla" değil, olsa olsa böyle bir sistemde başörtülü aday gösterdiklerinden 'cahil cesareti'yle suçlamak daha hakkaniyetli olmaz mı?

2. Fazilet Partisi, onca baskıya rağmen en azından başörtülü bir vekil adayı gösterebilmişti. Hâlâ başörtülü vekil göstermeyen AK Parti hakkında, neden geçtiğimiz dönem Oğur'un kâleminden bu kadar ağır bir eleştiri okuyamadık?

3. Askerin siyaset yolunu tıkadığı, apoletli yargının hukuku askıya aldığı bir dönemde hakkını aramak isteyen Müslümanlara siyasetin ve hukukun alanı kapanmıştı. O halde Oğur'a göre illegal yöntemler mi seçmeliydi? O dönem "Gerekirse silah bile kullanırız" diyen bir cunta ile çatışmaya mı girilmeliydi?

4. Mavi Marmara katliamı sonrası, İsrail askerlerini güvertede tahta çubuklarla karşıladıkları için, gemidekileri eleştiren Yıldıray Oğur ile "Korkaksınız siz" yazısını yazan Yıldıray Oğur gerçekten aynı kişi midir?

5. 28 Şubat'ta doğru yerde durduğu için Nazlı Ilıcak'ı eleştirenleri yerden yere vuran Oğur, 12 Eylül darbesine karşı çıkmış olan Yalçın Küçük'le ilgili ne düşünmektedir?

6. 28 Şubat'ta en az Ilıcak kadar dik durmuş olan Nuray Mert'in suçu ne? Onu neden eleşti-rilerinden muaf tutmamıştır?

7. Ayrıca 'rövanşistleri' eleştirdiği bu yazıyı yazarken, rövanşizm tartışmasını 'müstakbel tutuklular' listesi yayınlayarak başlatan yazının, yazı işleri müdürü olduğu gazetede yayınlandığının farkında mıdır?

Müslümanları 'yola getirme' ihtiyacı içinde olduğu anlaşılan Oğur, bunu Mavi Marmara şehitlerinin veya Kavakçı'nın ardına gizlenip değil, açıktan yaparsa en azından zekâmıza hakaret etmemiş olur

Bu yazı 15 Mart 2012 tarihinde yenişafakta "28 şubatta kimin korktuğu ortada" başlığıyla  yayınlanmıştır. Tamamen arşiv amaçlı bloğa eklenmiştir.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Meramımdır

Soma'da 301 işçinin öldüğü maden kazası sonrası nasıl olduysa oldu, ülke bir anda darbelere karşı gelmenin, Milli İrade'ye sahip çıkmanın kavgasının verildiği bir siyasi ortama kavuştu.

Ak Parti'nin katıldığı tüm seçimleri kazandığı, Tayyip Erdoğan'ın ülkenin en güçlü adamı olduğu ortada. Kendisinin de dün grup toplantısında söylediği gibi "Dicle'nin kenarında bir kurt bir koyunu kapsa bunun mesuliyeti Tayyip Erdoğan'ın üzerinedir" Bunun nedeni hem idarenin başı olması hem de neredeyse bir ilçe belediyesinin yaptırdığı parka bile müdahale eden Tek Adamcılığı.

Aslında Tayyip Erdoğan'ın sorumluluğu bu nedenle iki kat fazla. Çünkü Tayyip Erdoğan, karşımızda hem bakanlarını seçen, bakanlarına kaza anında bile ne yapacağının talimatını veren, temel atma törenlerinde teknik şartname ile belirlenmiş teslim sürelerinin geri çekilmesi için pazarlık yapan, Merkez Bankası’nın başına atadığı bürokratına bile güvenmeyip onunla ters düşen, bakan azarlayan hatta döven (iddia) bir yönetici.

İşin ilginci dün hayranlıkla Başbakan Tayyip Erdoğan'ın bu özelliklerinden bahsedenlerin bugün Soma'da yaşanan katliam sonrası, Başbakan’ın olayla ilgili sorumluluğu olmadığını savunmak için kan ter içinde kalmaları.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ı “Sorumluluğu yok” diyerek savunanların belli başlı argümanları şunlar.

1-   Başbakan birçok darbe girişimine maruz kaldı.
2-   Sayısız suikaste maruz kaldı.
3-   Gazze’yi savundu ve Van Minüt olayından sonra İsrail’in hedefi oldu.
4-   Suriyeli mazlumları savundu.
5-   Küresel finans sistemine savaş açtı ve hedef oldu.
6-   Fethullah Gülen Cemaati ile savaş halinde.
7-   Ak Parti’den önce ülkede ciddi ekonomik kriz vardı.
8-  28 Şubat’ta ülkedeki Müslümanlar büyük zulüm gördü ve Tayyip Erdoğan liderliğindeki iktidar bunları büyük ölçüde iyileştirdi.
9-  Bu ülkedeki Beyaz Türkler, din düşmanı solcular Tayyip Erdoğan’a başından beri Müslüman/Dindar olduğu için düşmanlar.
10-   Şimdi yas zamanı, yas bittiği zaman tüm sorumluların üstüne gidecektir, eğer gitmezse biz hesap sorarız
    


Maddeleri çoğaltabiliriz. Bence gereği yok. Dikkatinizi çektiyse bu gerekçelerin hiçbirinin ama hiçbirinin eleştirilen konularla bir alakası yok. 

Başbakan Tayyip Erdoğan Soma Maden kazası için eleştirilirken İsrail’e karşı çıktınız denilerek eleştirilmiyor. Ya da 301 işçi siz Suriyeli mazlumları savunduğunuz için öldü denilmiyor. Bu maden ocağı normalden fazla üretim yaptığı halde işçi güvenliği için bir adım atmadı, sizin talimatınızla hareket eden Bakanınız ocağı ziyaret ettiği ve sizin talimatınızla hareket eden diğer Bakanınızın bürokratları defalarca kontrol ettiği halde bunu göremediler denilerek eleştiriliyor.

Kendi payıma, kendini Müslüman olarak tanımlayan biri olarak ben, Soma özelinde Başbakan’ı eleştirirken; “Başbakan Suriyeli Mazlumlara destek olmaya çalıştı şimdi elime fırsat geçti, şuna ağzıma geleni sayayım da Baas Partisi’nde ayın elemanı seçileyim” düşüncesine sahip değilim.


Soma’da devlet tarafından ruhsatı verilen ve çıkardığı kömürün tamamı  satın alınan dahası sağlıklı kömür çıkartma miktarı belli olan maden ocağı, kapasitesin  kat be kat attırarak üretim yapıyor. Devlet bir sayfalık bir raporla tüm güvenliğin sağlandığını söylüyor. Bakan Bey, ocağı ziyaret edip öve öve bitiremiyor ve orada, göz göre göre kaza olup 301 işçi ölüyor. Bunun sorumlusu gözünü para hırsı büyüyen işletme sahibi olduğu kadar, denetleme vazifesini yerine getirmeyen, dahası maden ocağının çıkardığı kömürün tamamını alan  devlet, devleti yöneten iktidar partisi ve başındaki insandır. İktidarda Recep Tayyip Erdoğan değil de Mustafa Sarıgül olsa da bu böyledir, Süleyman Demirel olsa da böyledir.

Peki, bana ne? Yapabildiğim ölçüde “iyiliğe çağırmak, kötülükten de alıkoymak “ dışında hiçbir gayem yoktur. Ümid ediyorum ki bu benim “helak olmamı” engellesin.


 Başbakanı eleştirerek kâfirlerin değirmenine su taşıdığımızı iddia edenler, kafirlerin, her hatasına karşı susulan idarecilere sahip olmamız ve Ahlakımızı kaybetmemiz için bizimle oynadıklarını hiç düşünüyorlar mı?

28 Mart 2014 Cuma

AKP’YE OY VERMEMİN BİR TAKIM NEDENLERİ

(Bir Murat Soyer Yazısı ) 

Türkiye’deki nüfus din, mezhep,  milliyet, ideoloji, yaşam tarzı kategorilerinde bölünmüş çeşitli toplumsal sınıflardan oluşur. Kabaca bu toplumsal grupları şu şekilde sayabiliriz: dindarlar, islamcılar, muhafazakarlar, ülkücüler, sağcılar, sekülerler, Kemalistler, solcular, aleviler, Kürtler. Bu toplumsal sınıfların kendi içlerinde birçok kesişim kümesi de vardır tabi; İslamcı Kürt, Kemalist alevi gibi…

Sünni Kemalistler(çoğu orta sınıf ve üstü vatandaşlar ile beyaz türkler) hariç yukarıda zikredilen tüm gruplar Türkiye Cumhuriyeti tarihinin çeşitli dönemlerinde insan hakları, din ve inanç özgürlüğü, etnik ve mezhepsel ayrımcılık gibi çeşitli sosyal ve ekonomik mağduriyetler yaşamışlardır.  Bu mağduriyetlerin en önemli faili olan devlet, zulmünü kimi zaman bu kesimler aracılığıyla gerçekleştirmiştir ve bu durum bahsedilen kesimlerin birbirlerine düşman olmalarının nedenlerinden biridir.  Nedenlerinden biridir diyorum çünkü bu grupların birbirlerine düşman olmasının ontolojik nedenleri de vardır. İsmailağa cemaatine mensup cüppe şalvar giyen bir gençle Kadıköy’de oturan küpeli, dövmeli  ve şort giyen genç  birbirlerinin ‘varlıklarını’ yadsırlar. 

Kabaca yukarıdaki kesimlerin uğradığı mağduriyetleri sıralayalım:

Dindarlar, İslamcılar, muhafazakarlar, sağcılar: idamlar, işkenceler, eğitim engeli (imam-hatiplere katsayı uygulaması ve başörtüsü)

Kürtler: katliamlar, cinayetler, faili meçhuller, işkenceler ve etnik ayrımcılığın hemen hemen her türü, dil yasağı…

Solcular, aleviler: cinayetler, hapsetmeler, gözaltında işkenceler ve dahi tecavüzler, mezhepsel inanç ve ibadetlerin tanınmaması…

Devlet eliyle gerçekleştirilmiş yukarıdaki zulümlere ek olarak bu kesimler kendi içlerinde de düşman olarak algıladıkları diğer kesimlere toplumsal şiddet uygulamıştır. Kimi zaman cinayetlere (80 öncesi çatışmalar, Sivas, Maraş olayları vs.) kadar varan bu şiddet olaylarına örnekler:

-Kürtlere hakaret etme, iş vermeme ve bazı sokak çatışmaları…

-Alevilere hakaret etme, dışlama, yemeğini yememe ve birçoğumuzun bildiği ve burada dile getirmek istemediğim kimi iğrenç iftiralar…

-Başörtülü kadınlara özel sektörde iş vermeme (Siz hiç Koç Holding’te, Doğuş grubunda çalışan başörtülü gördünüz mü? Çaycı kadınlar hariç…),sokaklarda sözlü taciz

Yani kısacası AKP iktidarı mağdur ve birbirine düşman bu toplumsal kesimlerin olduğu bir ülkede iktidara gelmiştir.  Dolayısıyla herhangi bir kesimin mağduriyetinin giderilmesine ilişkin yapılan iyileştirme ve düzenlemeler diğer kesimlerin ve devlet içindeki bürokratik oligarşinin tepkisini çekmiştir. Kürtlere iade edilen kimi haklar milliyetçilerin tepkisini çekerken Alevi çalıştayları muhafazakarların tepkisine neden olmuştur. Öte yandan, dindarlara yönelik iyileştirmeler kemalist kesimlerde ve bürokratik oligarşide dirençle karşılaşmıştır. AKP iktidarına yönelik çeşitli konularda dile getirilen “E canım onlar da zamanında düzeltseydiler bu işi.” suçlamalarının ve kürt meselesinin çözümüne yönelik barış sürecinin neden şeffaf yürütülmediğinin bir cevabı da bu durumdur. Kemalist rejimin 80 yıl boyunca Kürt=Terörist denklemiyle eğittiği Türkler varken son derece doğal bir hak olan Kürtçe anadilde eğitimin dile getirilmesi tepkiyle karşılanacaktır.

Mevcut durum bu iken AKP iktidarında yukarda bahsettiğim alanlarda çeşitli iyileştirmeler yapıldı:

Dindarlar, İslamcılar, muhafazakârlar: Katsayı uygulaması ve başörtülülere yönelik eğitim ve kamuda çalışma engeli kaldırıldı. Kuran kursları açıldı…

Kürtler: Cinayetler ve faili meçhuller artık yok. Birçok etnik ve dilsel yasak kalktı(Kürtçe TV ve dersler gibi). Ve güneydoğudaki savaş bitti sayılır. Yani 30 bin insanın ve yüzlerce milyar doların harcandığı bir felaket sona erdi. 

Solcular, aleviler: Gözaltında işkenceler falan söz konusu değil artık. Çalıştaylar vesilesiyle Alevilere yönelik toplumsal algı değiştirildi.  Solcu üniversite öğrencilerinin pankartlarını süsleyen parasız eğitim bile sağlandı neredeyse. Yine şunu belirtmek gerekir; yukarıdaki iyileştirmelere rağmen AKP iktidarının en mağdur toplumsal grubu Alevilerdir. Diğer toplumsal kesimlerin gözündeki olumsuz imajlarının iyileştirilmesine ve normalleştirilmesine rağmen AKP iktidarının ekonomik rantından pay alamadılar (merkezi ve yerel yönetim ihalelerinden pay alamama ve üst düzey kamu görevlerinde yer alama durumu).

Bir de bunlara yukarıda zikredilen tüm kesimlerin yararlandığı daha önce görmediğimiz ekonomik istikrar ve altyapı hizmetlerini(yollar, hastaneler vs. ) ekleyelim. Tüm bu iyileştirmelerin esas aktörü başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzeri ekibi ve dolayısıyla AKP’dir. Ama öte yandan, AB uyum süreci, değişen toplumsal algılar, dünyadaki ve Türkiye’deki demokrasi ve insan haklarına verilen değerin artması ve tek başına iktidar olma avantajı gibi etkenler de sayılabilir. 

Öte yandan her şeyin güllük gülistanlık olduğunu ve Türkiye’nin ileri ve ideal bir demokratik seviyeye ulaştığını söylemek zor. Uludere, Gezi eylemlerinde polisin kimi kasıt ve hataları gibi… Bir de bu olumsuzluklara Başbakan’ın kimi zaman kullandığı sert üslubunu da ekleyelim.

Hal böyleyken yine de muhaliflerce dile getirilen bazı ithamların olduğu aşikar. Bunlardan en önemlisi başbakanın diktatör olduğu. Bu iddiaya cevap olarak yukarıda betimlenen mağduriyetlere ve gelinen noktaya bakmak yeterli.

Sıkça dile getirilen diğer iddia ise sekülerlerin yaşam tarzına müdahale olduğu. Ben bu konuda yazılan, çizilen ve dile getirilen ciddi ve somut herhangi örnek duymadım, görmedim. Her hangi bir yasal düzenleme de bilmiyorum. Belki birçok medeni ülkede var olduğu halde öne sürülen gece 10’dan sonra içki satışının yasaklanması olabilir. Başka somut bir şey yok. Bunun yanında ‘Ama ben kendimi rahat hissetmiyorum’, ‘Tehlikedeyim’, ‘Şeriat gelecek’ ‘Böyle bir algı var’, ‘Bir cisim yaklaşıyor’ ‘Bana soldan soldan geliyorlar’ gibi ancak psikanalizin konusu olabilecek serzenişler var.

Başbakana yönelik ‘katil’ ithamına ilişkin olarak da şu söylenebilir. Bir ülkenin başbakanı milyonlarca kişinin katıldığı masum protesto gösterilerine kusurlu olarak ya da zorbalıkla müdahale edip birkaç kişinin ölümüne sebep olan emniyet güçleri yüzünden katil  olarak adlandırılamaz. Yok, eğer bu eylemler (Gezi eylemleri) eylemcilerin önemli bir kısmı tarafından isimlendirdiği gibi ‘halk ayaklanması’, ‘isyan’ ya da ‘devrim’ ise 8 ölü hiçbir şeydir ve polisi böyle büyük bir devrim teşebbüsünü bu kadar az bir can kaybıyla engellediği için kutlamak gerekir. Çünkü polis eylemlere katılmayan ve devrime destek vermeyen diğer on milyonlarca insanın iradesi korumuştur.

Twitter’ın ve Youtube’un kapanması durumları içinde bulunduğumuz adı konmamış ‘olağanüstü hal’in doğal bir sonudur ve geçicidir. 2000 küsur kişinin, milletvekillerinin, bakanların, danışmanların, başbakanın ve başbakanın sülalesinin dinlendiği bir olağanüstü ortamda böyle önlemler alınır. Normaldir.
Hırsızlık iddialarının bir kısmı büyük ihtimalle doğrudur ama aşağıda yapacağım fayda maliyet analizinde gözden çıkarılamayacak rakamlar olduğunu sanmıyorum.
Sonuç olarak AKP iktidarı iddia edilen suçlamaların hiçbirini hak etmiyor ve ülkeyi aldığı nokta ile şu anda getirdiği nokta arasında dağlar kadar fark var. Hal böyleyken tüm bu suçlamalar asılsız ise muhalif grupların iktidara olan hıncı ve öfkesinin nereden ileri geldiği sorusu sorulabilir. Bence tüm bu öfke ve hınç;

- Beyaz Türkler (ve onların rantlarından pay vererek oluşturdukları orta sınıf seküler kesim) için 80 yıl boyunca askeri vesayet sisteminde bazen sağ bazen de sol partiler aracılığıyla yönettikleri ve sahibi olduklarından kendilerini emin hissettikleri ülkelerini 12 yıl gibi uzun bir süredir yönetememenin ve ülkelerinin kendi ellerinden gitmesinin verdiği kızgınlık,

- Mevcut iktidarla hiçbir ortak noktaya sahip olmayan ve ekonomik ranttan mahrum kalan Alevilerdeki kısmen haklı kızgınlık. Ve iktidarın temsil ettiği Sünni İslama olan yüzyılların mirası karşıtlık,

- Buluğ çağına AKP iktidarında giren ve önceki faşist dönemleri hatırlamayan genç apolitik kuşaktaki aymazlıktan kaynaklanıyor.

Üniversitelerde okutulan modern demokrasi teorilerinden haberdarım ve ülkemizde böyle bir demokrasinin tam anlamıyla yaşanmadığının da farkındayım. Ama yukarıda resmettiğim faşist ve diktatör rejimden kısa bir zaman önce kurtulduğumuzun ve Türkiye gibi kendi içinde politik birliğini sağlayamamış birbirine düşman toplumsal kesimlerden oluşan bir ülkeye göre gayet iyi bir demokratik seviyeye sahip olduğumuzun farkındayım. Her şeyden önemlisi bundan daha iyi bir demokrasi ve insan hakları seviyesine eski faşist ve diktatör rejimin parti ve aktörleri ile ulaşamayacağımızdan eminim. 

Ve bir de AKP’nin birkaç antidemokratik icraatını Introduction to Politics 101 kitaplarındaki demokrasi teorileriyle kıyaslayarak “Canım modern bir demokraside böyle bir şey olur mu?” deyip politik pasifizme kayan maksimalistlerden de değilim. Eldeki malzemeyi (Partiler ve politikacılar) biliyorum ve kararımı ona göre vermek zorundayım.  Aksi halde bir politika ya da siyaset üretmiş olmuyoruz.

Şimdi önümüzde bir seçim var ve oy kullanacağım. Ben demokratik seçimlerle insanın varoluşunu birleştiren biri değilim. Herhangi bir siyasi partiye üyeliğim de yok ve hayatımda da hiçbir zaman AKP’ye oy vermedim. Öte yandan, -çok küçük bir ihtimal de olsa- bu seçimlerde AKP ciddi bir düşüş yaşar ya da Ankara ve İstanbul’dan birini kaybederse önümüzdeki ilk olağan ya da erken genel seçimde iktidarını CHP-MHP koalisyonuna bırakacak.

Peki, olası bir CHP-MHP koalisyonunda bizi bekleyen şeyler nelerdir:

-          Kemalistler, solcular, aleviler, sekülerler ve beyaz Türkler kazançlı çıkar.

-          Barış süreci zarar görebilir ve tekrar savaş çıkabilir. Başta Kürtler olmak üzere hepimiz zararlı çıkarız. Can ve mal kaybı yaşarız.

-          Gerçekçi olmak gerekirse dindarların/muhafazakarların kazandığı toplumsal ve ekonomik güç ve de değişen toplumsal algılar sebebiyle hiçbir zaman 28 Şubat günlerine geri dönmeyiz ama yine kamuda ve üniversitelerde başörtüsü yasaklanabilir.

-          Eğer koalisyon hükümeti bir çılgınlık yapıp 28 Şubat günlerini yad ederse Gezi eylemlerinden bir çok ders çıkarmış dindar/muhafazakar/İslamcı çevrelerin yapacaklarını düşünürsek yine ülkece zararlı çıkarız.

-          Koalisyon dönemlerinin doğal bir sonucu olarak yönetim krizleriyle uğraşırız ve ekonomik olarak istikrarsızlaşıp hepimiz zarar görürüz.

-          AKP yönetiminin bugüne kadar İslam dünyasına yönelik gerçekleştirdiği yardımlar (Somali, Endonezya,Bosna, Myanmar, Suriye ve daha bir çok ülke) durur. İslam alemi zararlı çıkar.

-          Ülkemizdeki Suriyeli mülteciler can güvenliği tehlikesi de dahil olmak üzere açlık vb. bir çok sıkıntı yaşarlar.

Sonuç olarak beğenmediğim birçok icraatına rağmen benim fikriyatıma yakın iktidar olması muhtemel başka bir aday partinin olmaması,  AKP’nin geçmiş dönemlere kıyasla Türkiye’yi getirdiği noktaya olan minnet duygusu ve alternatif koalisyon hükümetlerinin yaratacağı kuvvetle muhtemel fenalıklarla ilgili endişem sebebiyle AKP’ye oy vereceğim.

Okuyanlardan ARO.

















20 Mart 2014 Perşembe

Anne Ben Ak Troll Oldum

Bugün önce DLMKHACK hesabından, sonra da ODA TV'den bir haber yayıldı. Birazdan elinde tuz ile koşacak başka yerlerde olacağı için peşin peşin bir açıklama yapma ihtiyacı hissettim. 

MİT Krizinin seneyi devriyesinde paylaştığım yazıyı gören Mustafa Varank  önce takibe alıp, sonra da yazıdaki götünüze güveniyorsanız kısmı olmasa paylaşmak istediğini söyledi. Bu zamana kadar kimse o cümleye takılmadığı için benim de sinirle yazdığım o bölümü yazıdan çıkarmanın doğru olacağını düşündüm çıkardım.   Aramızdaki mesajlaşma bundan ibaret ( ki zaten caps açık ) 

Benim için acı olan yolda görsem selam dahi vermeyeceğim insanlarla (detroitli kızıl değil, ağabeyimdir saygıda kusur etmem )(hilal kaplan da değil )   aynı haberin içinde yer almak oldu. ak parti tetikçisi olup olmadığımı ilk okul bir zekasına sahip herkes blog ve sosyal medya'da yazdıklarımı okuyarak çıkartabilir




3 Şubat 2014 Pazartesi

Balzamikle Ekonomi Saati

1- Merkez Bankası, Para Piyasası Kurulu ve BDDK nedir? Neden sürekli adlarını duyuyoruz?

Merkez Bankası para basma yetkisine sahip, çok büyük bir yüzdesi Hazine’ye ait olan bir anonim şirkettir. Temel hedefi enflasyonla mücadeledir. Özerk bir karar alma sürecine sahiptir. Bu özerkliği 2001 krizinden sonra Derviş’in bakanlığı zamanında kazanmıştır. Para Politikası Kurulu Merkez Bankası’na bağlı ve para politikasını yöneten kuruldur.

BDDK ise bankacılık sektörünün denetimi ve düzenlenmesi amacıyla kurulmuş üst kuruldur. Söz konusu kurumların adını sürekli duymamızın sebebi makroekonomi içerisinde oldukça fazla önem arzetmeleri ve özerk yapılarıdır. Örneğin Hazine Müsteşarlığı’nın adını fazla duymayız ancak Ali Babacan’ın adını oldukça fazla duyarız.

2-Borsanın artması ne demektir? Borsanın artması ya da azalması borsada parası olmayan için önemli mi? Önemliyse neden?

Borsa, bazı şirketlerin hisselerini halka arzettikleri sistemin genel adıdır. Hisselerin sürekli el değiştirebildiği bir piyasadır. Borsanın artması şirketlerin piyasa değerinin artması anlamına gelir. Borsanın artması ya da azalması borsada parası olmayan için doğrudan bir şey ifade etmemekle birlikte ekonominin genel gidişatı açısından fikir verir.

3-Türkiye’nin ekonomisi 2013 yılı başında nasıldı? Şimdi nasıl?

Türkiye ekonomisi siyasi istikrarın ve küresel parasal genişlemenin etkisi ile uzun süredir bir bolluk durumu içerisindeydi ancak her güzel rüyayın bir sonu oluyor maalesef. Kırılganlıklarımız bu süreçte ortaya çıktı ve en büyük dayanağımız olan siyasi istikrarda bir dalgalanma olduğunda küresel daralma "hamdolsun teğet" geçmedi.

4-Faiz lobisi nedir? Bizden ne istiyor?

Faiz lobisi dendiğinde ben ve iktidar çok farklı iki şey anlıyoruz. Benim anladığım faizden para kazanan finansal sektör aktörleri. Her lobi grubunda olduğu gibi bu grup da kendi kârını artırmak için çaba sarfeder. Bu çaba zaman zaman toplu para hareketleri zaman zaman ise zaten krizde olan ve kendi kârlarını artırmak konusunda uygun ortamın bulunduğu ülkeleri finansal olarak zorlamak olabilir.

İktidarın anlattığı faiz lobisi ise havana puroları içen bir grup takım elbiseli ve şişman adamın küre şeklindeki dünya haritasını rasgele çevirip aniden durdurduktan sonra faiz lobisi baronunun işaret parmağının denk geldiği ülkeyi krize sokan ve karlarını artıran karanlık adamlar. Bir nevi Bilderberg bir nevi mason locası ya da tapınak şövalyeleri. İllumanati ya da triteral organizasyonu da olabilir.

5-2001 yılına dönüş mü olacak? Ekonomik kriz olur mu?

2001 yılına dönüş olmaz zira 2001 yılında adeta köyler arası gezen seyyar satıcıların sahip olduğu finansal sağlamlığa sahip bir bankacılık sistemimiz vardı. Çok şükür şimdi çok daha sağlam bir bankacılık sistemine sahibiz. Milli gelir ve borç stoku arasındaki ilişki de olumlu yönde gelişti. Dolayısıyla ikibinbirvari bir kriz biraz uzak ancak uzun süreli ekonomik sıkıntılar yıpratıcı bir krize sebep olabilir. Ekonomik kriz olabilir eğer içeride siyasi kriz dışarıda ekonomik daralma devam ederse.

6-Faizin artması dolar kurunu nasıl düşürüyor? Aralarındaki bağlantı nedir?

Öncelikle anlamamız gereken şey paranın bir mal olduğudur. Yani elma gibi armut gibi bir maldır para. Faiz dediğimiz şey ise o malın fiyatıdır aslında. Elinde malı (parası) olan insanlar ise malları değer kazandığında o malı elden çıkarmak istemezler. Dolasıyla faizin artması mala olan talebi azaltır. İnsanlar dolar almak yerine yüksek faizli TL'den getiri almayı tercih ederler.

7-PPK "dur şu faizleri yükselteyim" diyebiliyor mu? Faiz oranlarını neye göre belirliyor? Nasıl uyguluyor?

PPK politika faizlerini, Merkez Bankası’nın bankalara vereceği ve bankalardan alacağı borç için kullanacağı faizi belirliyor ve bu durum doğal olarak piyasa faizini de belirlemektedir.

8-FED nedir? FED'in dolar alışını düşürme kararı ne anlama geliyor?

FED, ABD Merkez Bankası’dır. ABD iç piyasasında daralma yaşanırken (mortgage krizi sebebiyle) FED piyasadaki talebi canlı tutmak için piyasadan devlet borçlanma senetlerini toplayarak piyasayı fonlamak gibi bir politika belirledi. Ardından bu fonlama kararı iç piyasa düzeldikçe kademeli olarak fonlamayı azaltmak olarak değiştirildi. Şimdi bu azaltma dönemindeyiz. ABD Merkez Bankası ABD iç piyasasına dolar vermeyi azalttığı için bu ihtiyaç ABD dışında bulunan dolarla karşılanmaya başlıyor ve bu durum bizim gibi ülkelerde doların değerini yükseltiyor.

9-Ekonominin kötüye gitmesinin tek sebebi yatırımcının kaçması mıdır?

Sıcak para getiren yatırımcı kârın azaldığını ya da riskin arttığını gördüklerinde kaçar ve bu durum bizimki gibi cari açığı yüksek olan ülkelerde kriz sebebidir. Ekonomilerin ayakta kalmasının iki ayağı vardır; birincisi yapısal durum diğeri siyasal istikrar. Bizim yapısal durumumuz oldukça kırılgan ve bunun üzerine bir de siyasal istikrara zeval gelince gelmekte olan sarsıntı daha büyük hissediliyor.
Mevcut ekonomik sıkıntı ise sadece bizden kaynaklanmamakta aslında. Küresel bazda bize benzeyen tüm ülkeler sıkıntı yaşamakta.

10- Eğer ağır sanayi olsaydı ekonomimiz tamamen dış etkenlerden bağımsız mı olacaktı?

Ağır sanayimiz olsaydı yani Rahmetli Erbakan 70'lerde bunu başarabilmiş olsaydı şüphesiz elimiz daha güçlü olacaktı. Mevcut küreselleşmiş dünyada dış etkenlerden tamamen bağımsızlık mümkün değildir ancak etkileri azaltılabilir. Bkz: Almanya... Buradan Salieri ve Ludwig Beylere saygılarımı sunuyorum.

11-10 senedir gördüğümüz zenginliğin sebebi neydi? Bitti mi?

10 senedir küresel bir para bolluğu durumu söz konusu idi, Siyasi istikrar ile bu bol paradan bolca faydalandık. Ama denizin sonuna yaklaştığımız günlere geliyoruz.

12-Altın düşer mi?

Ekonomik tahminlerde bulunmak istemiyorum :)

13-Doların çıkması faizlerin artması bizi nasıl etkileyecek?

Doların %10 artması fiyatları ortalama %1,5 artırır. Ayrıca bizim gibi yakıt ihtiyacının neredeyse tamamını ithal eden ülkeler için akaryakıt fiyatlarının artmasına sebep olabilir (daha ne kadar artar bilmiyorum, zaten 5 lira oldu). Faizlerin artması ise paranız varsa daha fazla caiz olmayan gelire, paranız yoksa ve kredi kullanacaksanız daha fazla caiz olmayan maliyete sebebiyet verir (rüya tabirleri kitabından aldım bu kısmı).

14- "Biz olmazsak maaşları 3 ay sonra ödeyemez hale gelirler" söylemi gerçekçi mi?


Biz olmazsak maaşları 3 ay sonra ödemeyez hale gelirler söylemi biraz itiraf gibi. Yani biz hiç yapısal bi sorunu çözmedik, hepsini idare ettik sadece demenin kısa yolu gibi. Gerçekçi bir söylem değil. İktidar olmasa sadece mevcut bürokratlar bile birkaç sene maaş öder bence, neticede kendi maaşları...