(Bir Murat Soyer Yazısı )
Türkiye’deki nüfus din, mezhep, milliyet, ideoloji, yaşam tarzı kategorilerinde
bölünmüş çeşitli toplumsal sınıflardan oluşur. Kabaca bu toplumsal grupları şu
şekilde sayabiliriz: dindarlar, islamcılar, muhafazakarlar, ülkücüler,
sağcılar, sekülerler, Kemalistler, solcular, aleviler, Kürtler. Bu toplumsal
sınıfların kendi içlerinde birçok kesişim kümesi de vardır tabi; İslamcı Kürt,
Kemalist alevi gibi…
Sünni Kemalistler(çoğu orta sınıf ve üstü
vatandaşlar ile beyaz türkler) hariç yukarıda zikredilen tüm gruplar Türkiye Cumhuriyeti
tarihinin çeşitli dönemlerinde insan hakları, din ve inanç özgürlüğü, etnik ve
mezhepsel ayrımcılık gibi çeşitli sosyal ve ekonomik mağduriyetler
yaşamışlardır. Bu mağduriyetlerin en
önemli faili olan devlet, zulmünü kimi zaman bu kesimler aracılığıyla
gerçekleştirmiştir ve bu durum bahsedilen kesimlerin birbirlerine düşman
olmalarının nedenlerinden biridir. Nedenlerinden biridir diyorum çünkü bu
grupların birbirlerine düşman olmasının ontolojik nedenleri de vardır.
İsmailağa cemaatine mensup cüppe şalvar giyen bir gençle Kadıköy’de oturan
küpeli, dövmeli ve şort giyen genç birbirlerinin ‘varlıklarını’ yadsırlar.
Kabaca yukarıdaki kesimlerin uğradığı
mağduriyetleri sıralayalım:
Dindarlar,
İslamcılar, muhafazakarlar, sağcılar: idamlar, işkenceler,
eğitim engeli (imam-hatiplere katsayı uygulaması ve başörtüsü)
Kürtler: katliamlar, cinayetler, faili meçhuller,
işkenceler ve etnik ayrımcılığın hemen hemen her türü, dil yasağı…
Solcular,
aleviler: cinayetler, hapsetmeler, gözaltında
işkenceler ve dahi tecavüzler, mezhepsel inanç ve ibadetlerin tanınmaması…
Devlet eliyle gerçekleştirilmiş yukarıdaki
zulümlere ek olarak bu kesimler kendi içlerinde de düşman olarak algıladıkları
diğer kesimlere toplumsal şiddet uygulamıştır. Kimi zaman cinayetlere (80
öncesi çatışmalar, Sivas, Maraş olayları vs.) kadar varan bu şiddet olaylarına
örnekler:
-Kürtlere hakaret etme, iş vermeme ve bazı
sokak çatışmaları…
-Alevilere hakaret etme, dışlama, yemeğini
yememe ve birçoğumuzun bildiği ve burada dile getirmek istemediğim kimi iğrenç
iftiralar…
-Başörtülü kadınlara özel sektörde iş vermeme
(Siz hiç Koç Holding’te, Doğuş grubunda çalışan başörtülü gördünüz mü? Çaycı
kadınlar hariç…),sokaklarda sözlü taciz
Yani kısacası AKP iktidarı mağdur ve birbirine
düşman bu toplumsal kesimlerin olduğu bir ülkede iktidara gelmiştir. Dolayısıyla herhangi bir kesimin
mağduriyetinin giderilmesine ilişkin yapılan iyileştirme ve düzenlemeler diğer
kesimlerin ve devlet içindeki bürokratik oligarşinin tepkisini çekmiştir.
Kürtlere iade edilen kimi haklar milliyetçilerin tepkisini çekerken Alevi
çalıştayları muhafazakarların tepkisine neden olmuştur. Öte yandan, dindarlara
yönelik iyileştirmeler kemalist kesimlerde ve bürokratik oligarşide dirençle
karşılaşmıştır. AKP iktidarına yönelik çeşitli konularda dile getirilen “E
canım onlar da zamanında düzeltseydiler bu işi.” suçlamalarının ve kürt
meselesinin çözümüne yönelik barış sürecinin neden şeffaf yürütülmediğinin bir
cevabı da bu durumdur. Kemalist rejimin 80 yıl boyunca Kürt=Terörist
denklemiyle eğittiği Türkler varken son derece doğal bir hak olan Kürtçe anadilde
eğitimin dile getirilmesi tepkiyle karşılanacaktır.
Mevcut durum bu iken AKP iktidarında yukarda
bahsettiğim alanlarda çeşitli iyileştirmeler yapıldı:
Dindarlar,
İslamcılar, muhafazakârlar: Katsayı
uygulaması ve başörtülülere yönelik eğitim ve kamuda çalışma engeli kaldırıldı.
Kuran kursları açıldı…
Kürtler: Cinayetler ve faili meçhuller artık yok. Birçok
etnik ve dilsel yasak kalktı(Kürtçe TV ve dersler gibi). Ve güneydoğudaki savaş
bitti sayılır. Yani 30 bin insanın ve yüzlerce milyar doların harcandığı bir
felaket sona erdi.
Solcular,
aleviler: Gözaltında işkenceler falan söz
konusu değil artık. Çalıştaylar vesilesiyle Alevilere yönelik toplumsal algı
değiştirildi. Solcu üniversite
öğrencilerinin pankartlarını süsleyen parasız eğitim bile sağlandı neredeyse. Yine
şunu belirtmek gerekir; yukarıdaki iyileştirmelere rağmen AKP iktidarının en
mağdur toplumsal grubu Alevilerdir. Diğer toplumsal kesimlerin gözündeki
olumsuz imajlarının iyileştirilmesine ve normalleştirilmesine rağmen AKP
iktidarının ekonomik rantından pay alamadılar (merkezi ve yerel yönetim
ihalelerinden pay alamama ve üst düzey kamu görevlerinde yer alama durumu).
Bir de bunlara yukarıda zikredilen tüm
kesimlerin yararlandığı daha önce görmediğimiz ekonomik istikrar ve altyapı
hizmetlerini(yollar, hastaneler vs. ) ekleyelim. Tüm bu iyileştirmelerin esas
aktörü başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzeri ekibi ve dolayısıyla AKP’dir. Ama
öte yandan, AB uyum süreci, değişen toplumsal algılar, dünyadaki ve
Türkiye’deki demokrasi ve insan haklarına verilen değerin artması ve tek başına
iktidar olma avantajı gibi etkenler de sayılabilir.
Öte yandan her şeyin güllük gülistanlık
olduğunu ve Türkiye’nin ileri ve ideal bir demokratik seviyeye ulaştığını
söylemek zor. Uludere, Gezi eylemlerinde polisin kimi kasıt ve hataları gibi…
Bir de bu olumsuzluklara Başbakan’ın kimi zaman kullandığı sert üslubunu da
ekleyelim.
Hal böyleyken yine de muhaliflerce dile
getirilen bazı ithamların olduğu aşikar. Bunlardan en önemlisi başbakanın
diktatör olduğu. Bu iddiaya cevap olarak yukarıda betimlenen mağduriyetlere ve
gelinen noktaya bakmak yeterli.
Sıkça dile getirilen diğer iddia ise
sekülerlerin yaşam tarzına müdahale olduğu. Ben bu konuda yazılan, çizilen ve
dile getirilen ciddi ve somut herhangi örnek duymadım, görmedim. Her hangi bir
yasal düzenleme de bilmiyorum. Belki birçok medeni ülkede var olduğu halde öne
sürülen gece 10’dan sonra içki satışının yasaklanması olabilir. Başka somut bir
şey yok. Bunun yanında ‘Ama ben kendimi rahat hissetmiyorum’, ‘Tehlikedeyim’,
‘Şeriat gelecek’ ‘Böyle bir algı var’, ‘Bir cisim yaklaşıyor’ ‘Bana soldan
soldan geliyorlar’ gibi ancak psikanalizin konusu olabilecek serzenişler var.
Başbakana yönelik ‘katil’ ithamına ilişkin
olarak da şu söylenebilir. Bir ülkenin başbakanı milyonlarca kişinin katıldığı
masum protesto gösterilerine kusurlu olarak ya da zorbalıkla müdahale edip
birkaç kişinin ölümüne sebep olan emniyet güçleri yüzünden katil olarak adlandırılamaz. Yok, eğer bu eylemler
(Gezi eylemleri) eylemcilerin önemli bir kısmı tarafından isimlendirdiği gibi
‘halk ayaklanması’, ‘isyan’ ya da ‘devrim’ ise 8 ölü hiçbir şeydir ve polisi
böyle büyük bir devrim teşebbüsünü bu kadar az bir can kaybıyla engellediği
için kutlamak gerekir. Çünkü polis eylemlere katılmayan ve devrime destek vermeyen
diğer on milyonlarca insanın iradesi korumuştur.
Twitter’ın ve Youtube’un kapanması durumları
içinde bulunduğumuz adı konmamış ‘olağanüstü hal’in doğal bir sonudur ve
geçicidir. 2000 küsur kişinin, milletvekillerinin, bakanların, danışmanların, başbakanın
ve başbakanın sülalesinin dinlendiği bir olağanüstü ortamda böyle önlemler
alınır. Normaldir.
Hırsızlık iddialarının bir kısmı büyük
ihtimalle doğrudur ama aşağıda yapacağım fayda maliyet analizinde gözden
çıkarılamayacak rakamlar olduğunu sanmıyorum.
Sonuç olarak AKP iktidarı iddia edilen
suçlamaların hiçbirini hak etmiyor ve ülkeyi aldığı nokta ile şu anda getirdiği
nokta arasında dağlar kadar fark var. Hal böyleyken tüm bu suçlamalar asılsız ise muhalif
grupların iktidara olan hıncı ve öfkesinin nereden ileri geldiği sorusu
sorulabilir. Bence tüm bu öfke ve hınç;
- Beyaz Türkler (ve onların rantlarından pay vererek oluşturdukları
orta sınıf seküler kesim) için 80 yıl boyunca askeri vesayet sisteminde bazen
sağ bazen de sol partiler aracılığıyla yönettikleri ve sahibi olduklarından
kendilerini emin hissettikleri ülkelerini 12 yıl gibi uzun bir süredir yönetememenin
ve ülkelerinin kendi ellerinden gitmesinin verdiği kızgınlık,
- Mevcut iktidarla hiçbir ortak noktaya sahip olmayan ve ekonomik ranttan
mahrum kalan Alevilerdeki kısmen haklı kızgınlık. Ve iktidarın temsil ettiği
Sünni İslama olan yüzyılların mirası karşıtlık,
- Buluğ çağına AKP iktidarında giren ve önceki faşist dönemleri
hatırlamayan genç apolitik kuşaktaki aymazlıktan kaynaklanıyor.
Üniversitelerde okutulan modern demokrasi
teorilerinden haberdarım ve ülkemizde böyle bir demokrasinin tam anlamıyla
yaşanmadığının da farkındayım. Ama yukarıda resmettiğim faşist ve diktatör rejimden
kısa bir zaman önce kurtulduğumuzun ve Türkiye gibi kendi içinde politik
birliğini sağlayamamış birbirine düşman toplumsal kesimlerden oluşan bir ülkeye
göre gayet iyi bir demokratik seviyeye sahip olduğumuzun farkındayım. Her
şeyden önemlisi bundan daha iyi bir demokrasi ve insan hakları seviyesine eski
faşist ve diktatör rejimin parti ve aktörleri ile ulaşamayacağımızdan
eminim.
Ve bir de AKP’nin birkaç antidemokratik
icraatını Introduction to Politics 101 kitaplarındaki demokrasi teorileriyle kıyaslayarak
“Canım modern bir demokraside böyle bir şey olur mu?” deyip politik pasifizme
kayan maksimalistlerden de değilim. Eldeki malzemeyi (Partiler ve
politikacılar) biliyorum ve kararımı ona göre vermek zorundayım. Aksi halde bir politika ya da siyaset üretmiş
olmuyoruz.
Şimdi önümüzde bir seçim var ve oy
kullanacağım. Ben demokratik seçimlerle insanın varoluşunu birleştiren biri
değilim. Herhangi bir siyasi partiye üyeliğim de yok ve hayatımda da hiçbir
zaman AKP’ye oy vermedim. Öte yandan, -çok küçük bir ihtimal de olsa- bu
seçimlerde AKP ciddi bir düşüş yaşar ya da Ankara ve İstanbul’dan birini
kaybederse önümüzdeki ilk olağan ya da erken genel seçimde iktidarını CHP-MHP
koalisyonuna bırakacak.
Peki, olası bir CHP-MHP koalisyonunda bizi
bekleyen şeyler nelerdir:
-
Kemalistler,
solcular, aleviler, sekülerler ve beyaz Türkler kazançlı çıkar.
-
Barış süreci
zarar görebilir ve tekrar savaş çıkabilir. Başta Kürtler olmak üzere hepimiz
zararlı çıkarız. Can ve mal kaybı yaşarız.
-
Gerçekçi
olmak gerekirse dindarların/muhafazakarların kazandığı toplumsal ve ekonomik güç
ve de değişen toplumsal algılar sebebiyle hiçbir zaman 28 Şubat günlerine geri
dönmeyiz ama yine kamuda ve üniversitelerde başörtüsü yasaklanabilir.
-
Eğer
koalisyon hükümeti bir çılgınlık yapıp 28 Şubat günlerini yad ederse Gezi
eylemlerinden bir çok ders çıkarmış dindar/muhafazakar/İslamcı çevrelerin
yapacaklarını düşünürsek yine ülkece zararlı çıkarız.
-
Koalisyon
dönemlerinin doğal bir sonucu olarak yönetim krizleriyle uğraşırız ve ekonomik
olarak istikrarsızlaşıp hepimiz zarar görürüz.
-
AKP
yönetiminin bugüne kadar İslam dünyasına yönelik gerçekleştirdiği yardımlar
(Somali, Endonezya,Bosna, Myanmar, Suriye ve daha bir çok ülke) durur. İslam alemi
zararlı çıkar.
-
Ülkemizdeki
Suriyeli mülteciler can güvenliği tehlikesi de dahil olmak üzere açlık vb. bir çok sıkıntı
yaşarlar.
Sonuç olarak beğenmediğim birçok icraatına
rağmen benim fikriyatıma yakın iktidar olması muhtemel başka bir aday partinin
olmaması, AKP’nin geçmiş dönemlere kıyasla
Türkiye’yi getirdiği noktaya olan minnet duygusu ve alternatif koalisyon
hükümetlerinin yaratacağı kuvvetle muhtemel fenalıklarla ilgili endişem
sebebiyle AKP’ye oy vereceğim.
Okuyanlardan ARO.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder