Suudi Arabistan’ın milli petrol şirketi Aramco’nun en
büyük tesislerine 14 Eylül tarihinde gerçekleşen saldırı, Irak’ın Kuveyt’i
işgali ve sonrasında Saddam Hüseyin emriyle petrol kuyularının ateşe verilmesi
sonrası dünyanın gördüğü en büyük petrol kriziydi. Petrol fiyatları da bu
duruma 1991 yılından sonraki en büyük artışla tepkisini gösterdi. Normal
şartlarda ABD, en yağlı müşterisinin kaz gelecek en büyük tesisine yapılan
saldırıyı anında cezalandırma yoluna giderdi, gitmedi.
ABD Başkanı Donald Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John
Bolton’ı görevden alması oldukça konuşuldu. Benimse dikkatimi bu görevden alma
sonrası Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun “Trump, İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile
şartsız görüşmeye hazır olduğu” açıklaması oldu. Aslında birbirinin devamı olan
bu iki olay Pompeo’nun Trump’ı Kraliçe Ester’e benzettiğini hatırlayanlar için
daha da ironik olacak. Aramco saldırısı sonrası Trump bunu inkâr etse de ABD’nin
İran rejimi ile görüşmeyi istediği bir sır değil. Bolton’a dönecek olursak onun
İran’ı rejimlerini devirmekle tehdit ettiğini de akılda tutalım.
Fransa’da G7 zirvesi devam ederken İran Dışişleri Bakanı
Cevad Zarif’i taşıyan uçağın zirvenin yapıldığı Biarritz’e iniş yapması ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron
ile görüşmesini de tekrar hatırlamakta fayda var.
Dünya kamuoyu ABD’nin İran’a yapacağı askerî harekâtın
kapsamını tartışırken gerçekleşen bu ziyaret İsrail’in –şimdilik- tepkisini
çekerken İran’ın dış politikadaki kıvraklığını bilenler için şaşırtıcı olmadı.
Yapılan ziyaret ABD’in
İran’ın Hürmüz Boğazındaki tehditlerine karşı uluslararası bir koalisyon gücü
kurduğu, İsrail’in İran’ın ileri karakolları gibi çalışan Hizbullah ve Haşdi
Şabi’ye yönelik askeri harekâtlar gerçekleştirdiği bir zamanda geldi. G-7
Zirvesinden iki ay önce ABD’nin İran’a gerçekleştireceği askeri harekâttan son
anda vazgeçtiğini bizzat Donald Trump açıklamıştı. Gerekçesi ABD’nin bu
konudaki “hassasiyetini” bilenler için son derece ikna ediciydi: “Sivillerin ölecek
olması.”
Aslında uzunca bir süredir ABD Başkanı Trump’ın İran ile
el sıkışacağını hatta bunun için İran’a dahi gidip Hamaney ile görüşeceğini
iddia ediyorum.
İran’ın 1979 Caferi devriminden sonra ABD’yi “Büyük
Şeytan” olarak tanımladığını, bölgedeki bütün söylemlerini ABD ve onun
müttefiki İsrail karşıtlığı üzerine tanımladığını elbette biliyorum. Dahası
ABD’nin İran’ı terörü destekleyen ülke olarak gördüğünü, yıllardır yaptırım
uyguladığını da biliyorum. İsrail’deki seçim öncesi Hizbullah ve İsrail
arasındaki geleneksel seçim öncesi cilveleşmelerin de farkındayım.
İsrail’in Irak ve Suriye’de İran’ın ileri karakollarını
vurduğunu da elbette takip ediyorum.
Kâhinlik gibi bir iddiamda olmadığına göre, neden yakın
gelecekte bir İran ABD anlaşması bekliyorum?
İran’ın
asıl hedefi İsrail ya da ABD değil
İran’da Ayetullah Uzma Humeyni önderliğinde gerçekleşen
1979 Caferi Devrimi, Şii tarihinin en önemli olaylarından biridir. Bu devrim
ile Şiiler sadece bir devlet kurmadılar, aynı zamanda İmam Hadi (Cevad) döneminden
bu yana oluşturdukları dini müesselerini geliştirdiler. İmamların yokluğunda Zekât
vermeyen, Cuma kılmayan Şii toplulukları bir arada tutmak için geliştirilen
Naiblik müessesi zamanla Ayetullahlık, Taklidi Mercilik ve Velayati Fakihliğe evrildi.
Humeyni 1960’larda Necef’te sürgündeyken öğrencilerine anlattığı Velâyat-i
Mutlak Fakihliği (fakih mertebesinde bir Şii din adamının Mehdi’nin ve
Resulullah’ın yetkilerini devir alarak devleti yönetmesi hatta bizzat devletin
kendisi olması) Şiiliğin tam merkezine yerleştirdi.
Bu hamle ile önce kendisi dışındaki büyük Ayetullahların
etki alanını daralttı daha sonra da yapılan anayasa değişikliği ile “Fakihlik”
şartını kaldırarak onları siyasi otoriteye bağımlı hale getirdi. Kendisinden
sonra gelen Hamaney’in Ayetullah bile olmadığını söylemek yeterli olur sanki.
Tam bu noktada Velâyat-i Fakihliğin Türkiye’de anlaşıldığı
gibi Ruhani/ sembolik bir liderlik olmadığını söylemek lazım. Cumhurbaşkanı
adaylarını onaylayan komisyonu atamaktan ordu komutanlığına, yargı erkinin
başkanlarını belirlemekten ülkenin ekonomik kurumlarının sahipliğine kadar pek
çok şey Velayât-i Fakihin yetkisinde. Bu noktada bizim anlayacağımız şekliyle
İran’da devletin başı hatta kendisi bizzat Hamaney iken Ruhani’nin konumu düşük
yetkili başbakanlığa tekabül ediyor.
İran’da 1979 yılında onaylanan Anayasa’da sadece Velâyat-i
Fakihlik yer almadı. Ordunun görevleri
arasında rejimin ihracı da anayasa da yer alıyor.
İran’ın bugün en büyük ihraç kalemi ne petrolü ne de
doğalgazı, bizzat Şiiliğin kendisi. Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen,
Nijerya, Türki Cumhuriyetler, Afrika ülkeleri ve elbette Türkiye Şiiliğin ihraç
edildiği ülkelerden.
İran bunun için bazen Caferi dernekleri kullanırken bazen de silahlı terör gruplarını kullanıyor.
İki eski dost
İran rejimi ile ABD’nin yıldızı tam manasıyla 11 Eylül
sonrası barıştı. Öncesinde Irak- İran savaşı, ABD Büyükelçiliğinin işgali, 1983
de Lübnan’daki ABD askerlerine bombalı saldırı gibi pek çok olayda ABD ve İran
karşı karşıya geldiler. Fakat 11 Eylül sonrası iki ülke eski İran
Cumhurbaşkanları Ahmedinejat ve Rafsancani ile Hamaney’in prenslerinden Ali
Ekber Velayeti’nin itiraflarıyla Afganistan ve Irak’ın işgallerinde ortak
çalışmıştı.
ABD Irak’ı işgal ederken ülkedeki en büyük Şii otorite
olan ve ABD’den yüz milyonlarca dolar aldığı ortaya çıkan Ayetullah Uzma Ali
Sistani’nin “Mehdi zuhur etmediği için cihad üzerimize farz değil” fetvasıyla
rahatça hareket ettiğini hepimiz biliyoruz. Sonrasında Irak’ın Sünni kimliğinin
nasıl ABD ve Şiilerce yok edildiği de herkesin malumu. İran bu işbirliğini o
kadar ilerletmişti ki bugün devrimin
süper starı olan Kasım Süleymani Musul’da ABD askerleriyle iş tutarken oldukça
rahattı.
İran’ın Afganistan ve Irak’ta ABD ile iş tutması kendi
anayasa ve dini inançları açısından son derece tutarlı ve mantıklı. Şiiliğin
temel metinlerine ve Humeyni’nin kitaplarındaki açıklamalara göre biz yani Ehli
Sünnet’e mensup insanlar en hafifinden İmamete inanmadığımız için iman etmemiş
insanlarız. Türkiye’de her ne kadar mezhep farklılıklarının tarihte geride
bırakılması gereken bir süreç olduğu iddia edilse de Şia bunu gayet canlı
tutuyor.
Suriye’de Seyyide Zeynep Türbesini koruma bahanesiyle
yüzbinlerce Müslümanı katleden Şii çetelerinin Müminlerin annesi Hz. Ayşe’ye
(R.A) küfür etmesi bu canlılığa bir örnek olarak gösterilebilir.
Bütün bu canlandırma faaliyetlerinde İran’ın nihai amacıysa
Mekke ve Medine’yi kontrol etmek. Irak’la giriştiği savaş sonrası cephede tecrübe
kazanan isimlerin Lübnan, Yemen, Suriye gibi bölgelerde görevlendirilmesi ve
Suudi Arabistan’ı çevrelemeye çalışması bu amaca hizmet ediyor. Suudi
Arabistan’daki beceriksiz yönetimin de katkısıyla bunu elde etmeye oldukça
yaklaştılar. Bugün destekledikleri Yemenli Husiler, Suudi Arabistan içlerine
kadar saldırı düzenleme kabiliyetine sahip oldu.
İran’ın amacını gerçekleştirmek için önündeki tek somut
engelin ABD’nin Suudi Arabistan’ı koruması dersek abartmış olmayız. Suudi
Arabistan’ın en büyük müttefiki olan BAE ile yakınlaşarak Yemen’de iki ülkeyi
birbirine düşüren İran için Aramco’nun halka arzından sonra ABD’yi Suudi
Arabistan’ın arkasından çekmek pek de zor olmayacaktır. Zira İran’da Trump’ın
en çok hoşuna gidecek şeylerden biri var. Yıllardır yatırım yapılmamış bir ülke
ve elini kirletmesine fırsat vermeden pek çok ülkede operasyonel gücü olan bir
vurucu güç. Bugün içinde bulunduğu kötü ekonomik duruma rağmen Afganistan ve
Pakistan’dan milis getirip Suriye’de savaştıran, dünyanın en büyük ekonomilerinden
biri olacak Nijerya’da Şiiliği –üstelik bölgede var olan İsmaililik ya da
Zeydilik değil İmamiye’yi- hızla arttıran İran, ABD’nin işine beceriksiz Suudi
Arabistan’dan daha çok yarayacaktır.
Bu elbette akşamdan sabaha olacak bir şey değil. ABD ve
İran 1986 yılında silah alışverişi yapan iki ülkenin ilişkisi de yeni değil.
Eğer İran rejiminin ABD ile ilişki kurmaya kitlesini ikna edemeyeceğini
düşünüyorsanız da yanılıyorsunuz. Şiiliğin en büyük yeteneklerinden biri
değişken bir zemin içinde hareket edebilme yeteneğidir. “Beda” inancı sayesinde
1979’dan bu yana söyledikleri tüm argümanların tersini söyleyebilirler. Zira –kendi
kaynaklarına göre- Cafer’i Sadık’ın yerine oğlunun geçeceğini söylemesine
rağmen oğlunun kendisinden önce ölmesiyle sistemleşen “Beda” inancı Allah’ın –haşa-
fikrinin değişmesini içeriyor. Hamaney’in Cuma İmamlarıyla başlayacak “Mehdi
ile görüşen rehberimiz tekfircilere karşı ABD ile düşmanlığa son verilmesini
istedi. Rehberimiz de Mehdi’nin sözünü esas alıp ABD ile iş birliğine gitti.
Hz. Hüseyin’in intikamı için bunu yapacağız” propagandası ile Trump’ın Muhtar bin
Ebu Ubeyde Sakafi gibi muteber bir şahıs olduğunu bile duyabiliriz.