Pinperest

24 Eylül 2019 Salı

Trump ve Hamaney'in el sıkışması sürpriz olmaz





Suudi Arabistan’ın milli petrol şirketi Aramco’nun en büyük tesislerine 14 Eylül tarihinde gerçekleşen saldırı, Irak’ın Kuveyt’i işgali ve sonrasında Saddam Hüseyin emriyle petrol kuyularının ateşe verilmesi sonrası dünyanın gördüğü en büyük petrol kriziydi. Petrol fiyatları da bu duruma 1991 yılından sonraki en büyük artışla tepkisini gösterdi. Normal şartlarda ABD, en yağlı müşterisinin kaz gelecek en büyük tesisine yapılan saldırıyı anında cezalandırma yoluna giderdi, gitmedi.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’ı görevden alması oldukça konuşuldu. Benimse dikkatimi bu görevden alma sonrası Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun “Trump, İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile şartsız görüşmeye hazır olduğu” açıklaması oldu. Aslında birbirinin devamı olan bu iki olay Pompeo’nun Trump’ı Kraliçe Ester’e benzettiğini hatırlayanlar için daha da ironik olacak. Aramco saldırısı sonrası Trump bunu inkâr etse de ABD’nin İran rejimi ile görüşmeyi istediği bir sır değil. Bolton’a dönecek olursak onun İran’ı rejimlerini devirmekle tehdit ettiğini de akılda tutalım.
Fransa’da G7 zirvesi devam ederken İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’i taşıyan uçağın zirvenin yapıldığı  Biarritz’e iniş yapması ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile görüşmesini de tekrar hatırlamakta fayda var.

Dünya kamuoyu ABD’nin İran’a yapacağı askerî harekâtın kapsamını tartışırken gerçekleşen bu ziyaret İsrail’in –şimdilik- tepkisini çekerken İran’ın dış politikadaki kıvraklığını bilenler için şaşırtıcı olmadı.

Yapılan ziyaret ABD’in İran’ın Hürmüz Boğazındaki tehditlerine karşı uluslararası bir koalisyon gücü kurduğu, İsrail’in İran’ın ileri karakolları gibi çalışan Hizbullah ve Haşdi Şabi’ye yönelik askeri harekâtlar gerçekleştirdiği bir zamanda geldi. G-7 Zirvesinden iki ay önce ABD’nin İran’a gerçekleştireceği askeri harekâttan son anda vazgeçtiğini bizzat Donald Trump açıklamıştı. Gerekçesi ABD’nin bu konudaki “hassasiyetini” bilenler için son derece ikna ediciydi: “Sivillerin ölecek olması.”

Aslında uzunca bir süredir ABD Başkanı Trump’ın İran ile el sıkışacağını hatta bunun için İran’a dahi gidip Hamaney ile görüşeceğini iddia ediyorum.

İran’ın 1979 Caferi devriminden sonra ABD’yi “Büyük Şeytan” olarak tanımladığını, bölgedeki bütün söylemlerini ABD ve onun müttefiki İsrail karşıtlığı üzerine tanımladığını elbette biliyorum. Dahası ABD’nin İran’ı terörü destekleyen ülke olarak gördüğünü, yıllardır yaptırım uyguladığını da biliyorum. İsrail’deki seçim öncesi Hizbullah ve İsrail arasındaki geleneksel seçim öncesi cilveleşmelerin de farkındayım.

İsrail’in Irak ve Suriye’de İran’ın ileri karakollarını vurduğunu da elbette takip ediyorum.
Kâhinlik gibi bir iddiamda olmadığına göre, neden yakın gelecekte bir İran ABD anlaşması bekliyorum?    

İran’ın asıl hedefi İsrail ya da ABD değil

İran’da Ayetullah Uzma Humeyni önderliğinde gerçekleşen 1979 Caferi Devrimi, Şii tarihinin en önemli olaylarından biridir. Bu devrim ile Şiiler sadece bir devlet kurmadılar, aynı zamanda İmam Hadi (Cevad) döneminden bu yana oluşturdukları dini müesselerini geliştirdiler. İmamların yokluğunda Zekât vermeyen, Cuma kılmayan Şii toplulukları bir arada tutmak için geliştirilen Naiblik müessesi zamanla Ayetullahlık, Taklidi Mercilik ve Velayati Fakihliğe evrildi. Humeyni 1960’larda Necef’te sürgündeyken öğrencilerine anlattığı Velâyat-i Mutlak Fakihliği (fakih mertebesinde bir Şii din adamının Mehdi’nin ve Resulullah’ın yetkilerini devir alarak devleti yönetmesi hatta bizzat devletin kendisi olması) Şiiliğin tam merkezine yerleştirdi.

Bu hamle ile önce kendisi dışındaki büyük Ayetullahların etki alanını daralttı daha sonra da yapılan anayasa değişikliği ile “Fakihlik” şartını kaldırarak onları siyasi otoriteye bağımlı hale getirdi. Kendisinden sonra gelen Hamaney’in Ayetullah bile olmadığını söylemek yeterli olur sanki.

Tam bu noktada Velâyat-i Fakihliğin Türkiye’de anlaşıldığı gibi Ruhani/ sembolik bir liderlik olmadığını söylemek lazım. Cumhurbaşkanı adaylarını onaylayan komisyonu atamaktan ordu komutanlığına, yargı erkinin başkanlarını belirlemekten ülkenin ekonomik kurumlarının sahipliğine kadar pek çok şey Velayât-i Fakihin yetkisinde. Bu noktada bizim anlayacağımız şekliyle İran’da devletin başı hatta kendisi bizzat Hamaney iken Ruhani’nin konumu düşük yetkili başbakanlığa tekabül ediyor.

İran’da 1979 yılında onaylanan Anayasa’da sadece Velâyat-i Fakihlik yer almadı. Ordunun görevleri arasında rejimin ihracı da anayasa da yer alıyor.

İran’ın bugün en büyük ihraç kalemi ne petrolü ne de doğalgazı, bizzat Şiiliğin kendisi. Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Nijerya, Türki Cumhuriyetler, Afrika ülkeleri ve elbette Türkiye Şiiliğin ihraç edildiği ülkelerden.

İran bunun için bazen Caferi dernekleri kullanırken bazen de silahlı terör gruplarını kullanıyor. 

İki eski dost 

İran rejimi ile ABD’nin yıldızı tam manasıyla 11 Eylül sonrası barıştı. Öncesinde Irak- İran savaşı, ABD Büyükelçiliğinin işgali, 1983 de Lübnan’daki ABD askerlerine bombalı saldırı gibi pek çok olayda ABD ve İran karşı karşıya geldiler. Fakat 11 Eylül sonrası iki ülke eski İran Cumhurbaşkanları Ahmedinejat ve Rafsancani ile Hamaney’in prenslerinden Ali Ekber Velayeti’nin itiraflarıyla Afganistan ve Irak’ın işgallerinde ortak çalışmıştı.

ABD Irak’ı işgal ederken ülkedeki en büyük Şii otorite olan ve ABD’den yüz milyonlarca dolar aldığı ortaya çıkan Ayetullah Uzma Ali Sistani’nin “Mehdi zuhur etmediği için cihad üzerimize farz değil” fetvasıyla rahatça hareket ettiğini hepimiz biliyoruz. Sonrasında Irak’ın Sünni kimliğinin nasıl ABD ve Şiilerce yok edildiği de herkesin malumu. İran bu işbirliğini o kadar ilerletmişti ki  bugün devrimin süper starı olan Kasım Süleymani Musul’da ABD askerleriyle iş tutarken oldukça rahattı.

İran’ın Afganistan ve Irak’ta ABD ile iş tutması kendi anayasa ve dini inançları açısından son derece tutarlı ve mantıklı. Şiiliğin temel metinlerine ve Humeyni’nin kitaplarındaki açıklamalara göre biz yani Ehli Sünnet’e mensup insanlar en hafifinden İmamete inanmadığımız için iman etmemiş insanlarız. Türkiye’de her ne kadar mezhep farklılıklarının tarihte geride bırakılması gereken bir süreç olduğu iddia edilse de Şia bunu gayet canlı tutuyor.

Suriye’de Seyyide Zeynep Türbesini koruma bahanesiyle yüzbinlerce Müslümanı katleden Şii çetelerinin Müminlerin annesi Hz. Ayşe’ye (R.A) küfür etmesi bu canlılığa bir örnek olarak gösterilebilir.

Bütün bu canlandırma faaliyetlerinde İran’ın nihai amacıysa Mekke ve Medine’yi kontrol etmek. Irak’la giriştiği savaş sonrası cephede tecrübe kazanan isimlerin Lübnan, Yemen, Suriye gibi bölgelerde görevlendirilmesi ve Suudi Arabistan’ı çevrelemeye çalışması bu amaca hizmet ediyor. Suudi Arabistan’daki beceriksiz yönetimin de katkısıyla bunu elde etmeye oldukça yaklaştılar. Bugün destekledikleri Yemenli Husiler, Suudi Arabistan içlerine kadar saldırı düzenleme kabiliyetine sahip oldu.

İran’ın amacını gerçekleştirmek için önündeki tek somut engelin ABD’nin Suudi Arabistan’ı koruması dersek abartmış olmayız. Suudi Arabistan’ın en büyük müttefiki olan BAE ile yakınlaşarak Yemen’de iki ülkeyi birbirine düşüren İran için Aramco’nun halka arzından sonra ABD’yi Suudi Arabistan’ın arkasından çekmek pek de zor olmayacaktır. Zira İran’da Trump’ın en çok hoşuna gidecek şeylerden biri var. Yıllardır yatırım yapılmamış bir ülke ve elini kirletmesine fırsat vermeden pek çok ülkede operasyonel gücü olan bir vurucu güç. Bugün içinde bulunduğu kötü ekonomik duruma rağmen Afganistan ve Pakistan’dan milis getirip Suriye’de savaştıran, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olacak Nijerya’da Şiiliği –üstelik bölgede var olan İsmaililik ya da Zeydilik değil İmamiye’yi- hızla arttıran İran, ABD’nin işine beceriksiz Suudi Arabistan’dan daha çok yarayacaktır.

Bu elbette akşamdan sabaha olacak bir şey değil. ABD ve İran 1986 yılında silah alışverişi yapan iki ülkenin ilişkisi de yeni değil. Eğer İran rejiminin ABD ile ilişki kurmaya kitlesini ikna edemeyeceğini düşünüyorsanız da yanılıyorsunuz. Şiiliğin en büyük yeteneklerinden biri değişken bir zemin içinde hareket edebilme yeteneğidir. “Beda” inancı sayesinde 1979’dan bu yana söyledikleri tüm argümanların tersini söyleyebilirler. Zira –kendi kaynaklarına göre- Cafer’i Sadık’ın yerine oğlunun geçeceğini söylemesine rağmen oğlunun kendisinden önce ölmesiyle sistemleşen “Beda” inancı Allah’ın –haşa- fikrinin değişmesini içeriyor. Hamaney’in Cuma İmamlarıyla başlayacak “Mehdi ile görüşen rehberimiz tekfircilere karşı ABD ile düşmanlığa son verilmesini istedi. Rehberimiz de Mehdi’nin sözünü esas alıp ABD ile iş birliğine gitti. Hz. Hüseyin’in intikamı için bunu yapacağız” propagandası ile Trump’ın Muhtar bin Ebu Ubeyde Sakafi gibi muteber bir şahıs olduğunu bile duyabiliriz.